Sinop’un Kemal’inin Kamusal Alana Bireysel Müdahaleleri
İlyas Tunç* Bireylerin bir araya geldikleri, her türlü düşünce ve eylemi...
İlyas Tunç*
Bireylerin bir araya geldikleri, her türlü düşünce ve eylemi birlikte ürettikleri toplumsal etkileşim alanlarını kamusal alan olarak adlandırırız. Hangi kültürden, dilden, sosyal konumdan gelirse gelsin kamusal bir alan, her bir bireyin kullanımına açık ortak bir alandır. Bu ortak alanın en temel özelliklerinden biri, yine ortak bir dünyanın arabuluculuğunu üstlenerek demokrasi kültürüne katkı sağlamasıdır. Öte yandan, etkileşim bir bireyden diğerine karşılıklı gelişen bir olgudur. Söz konusu karşılıklılık, özneyi de ortak kılarak eylemi anonimleştirir. Kamusal alana müdahil olduğu halde kendine müdahale ettirmemek, yani eylemi anonimleştirmeksizin bizzat kendi öznesini ortaya koymak, sürekli bir zihinsel direnci zorunlu kılar. Zihinsel direncin iradi bağı, bilgelik ile delilik arasındaki sınırı öylesine belirsiz çizer ki çoğu kez ikisini birbirine karıştırırız.
O, bir deli midir?
Kamusal alana yaptığı müdahaleleri düşündüğümüzde hayır!
Sinop halkının Tarzan Kemal dediği; ancak onun kendisine bu sıfatı yakıştırmadığı Kemal Koca’dan bahsediyoruz. Kemal Koca’nın, yazarın adlandırmasıyla Sinop’un Kemal’inin, kentli bir bilge olarak kamusal alana yaptığı müdahaleleri inceleyeceğiz bu makalede.
Sinop’un Kemal’ini felsefi düzlemde Sinoplu Diyojen’den esinlenerek kinik bir kalıba sokmak, aralarındaki benzerliklere rağmen, haksızlık olur. Çünkü Sinop’un Kemal’i, Sinop’ta doğması, Sinop’ta yaşaması ve Sinop’ta ölmesi nedeniyle, felsefesini Yunanistan’ın Korint kentinde uygulamış Sinoplu Diyojen’den daha Sinoplu bir kiniktir. İkisi arasındaki benzerlik ve zıtlıkları sonraki satırlarda belirtmek üzere, önce Sinop’un Kemal’inin kamusal alana yaptığı en başat müdahaleyi, nudist müdahaleyi, ele alalım.
Yaz günleri incir yaprağı benzeri bir örtüyle örtünen Sinop’un Kemal’i, kış günlerinde kazak ve pantolon giyer, palto gibi daha ağır bir giysiyi bedenine gereksiz bir yük olarak görürdü. Denize girerken o incir yaprağı benzeri örtüyü de çıkarır, soranlara “Bak, işte güneş! Doğanın insanoğluna bağışladığı nimetlerden siz niçin yararlanmıyorsunuz?” karşılığını verir, örtünmek ile günah kavramının birbirinden bağımsız olduğunu ileri sürerdi. Bizim, Tanrı dediğimiz kutsal güce onun Doğa Ana demesinde şaşılacak bir şey yoktu. Paganist bir inanca sahipti Sinop’un Kemal’i. Ona göre, resmi ya da sivil, giyinik olmak, sosyal bir statü yaratıyordu. Tüketim kültürünün bedeni bile nesneleştirdiği bir dünyada masumiyet, ancak savunmasız ve doğal bir çıplaklıkla mümkündü. Sadece kulaç atarken değil, kent sokaklarında diğer edimlerini de yarı çıplak gerçekleştiren Sinop’un Kemal’inin çıplaklığı, müstehcen bir çıplaklık değildi. Bu, Sartre’ın “Müstehcenlik, bedeni bütünüyle edimlerinden soyan ve tenin hareketsizliğini açığa çıkaran duruşlar benimsendiği zaman ortaya çıkar,” [1] dediği durumun tam tersidir. Aslında trilyonlarca hücreden ve yüzde altmışı sudan oluşan; üstelik oksijen, hidrojen, karbon, fosfor gibi çeşitli elementler içeren bedenimiz ile doğa arasına mikroskobik bir sınır koymak imkansızdır. Sınır koyamadığımız iki şeyi birbirinden koparmak da imkansızsa onlar aynı şey demektir. Bedenini doğadan ayrı düşünmezdi Sinop’un Kemal’i. Nudist müdahalelerinin kamusal alandan aldığı tepkilerin sertliğine rağmen iradi tavrını sürdürecek, aldığı sert tepkileri, kendisine yönelik bir sevgiye dönüştürmeyi başaracaktı. Tepkilerin inanca dönüşmesinde ise, Sinop’un ufacık bir taşra kenti olmasının payı vardır. Çünkü:
“Bir kozmopolit yalnızca hayalini kurabildiği yaşam tarzlarına ve henüz karşılaşmamış olduğu insanlara inanmaya can atarken, bir taşralı yalnızca her gün görerek tanıdığı kişilerde gözlemlediği şeylere inanır.” [2]
Kemal Koca, 1925 yılında doğdu. İlk öğrenimini Sinop’ta, orta öğrenimini Samsun Ticaret Lisesi’nde tamamladı. Çerkez kökenli ataları, Kırım Savaşı (1853-1856) sonrası Kafkasya’dan başlayan göç dalgasıyla birlikte Sinop’a gelmiş, Ayancık yolu üzerindeki Karacaköy mevkiine yerleşmişti. Babası Murat Koca, Sinop İl Özel İdaresi Matbaa Müdürü, dedesi Hacı Ömer Ağa, bir Müdafaa-i Hukuk üyesiydi. Tersane mevkiinde adını taşıyan camii dedesi yaptırmıştı. Annesi Gümüş hanım, Çerkez değildi. Vakfıkebir’den göç etmiş bir ailenin, Şüküroğulları ailesinin, bir kızıydı. Erken Cumhuriyet Dönemi’nin ulusal değerleriyle yetişmiş bir yurtseverdi Sinop’un Kemal’i. Ömrü boyunca akılcı, laik ve bilimsel düşüncelerinden taviz vermeyecek, düşüncelerine aykırı davranışlara karşı çıkacaktır.
Sinop’un Kemal’inin kamusal alana yaptığı diğer müdahaleye gelince…
Cesur bir çevreciydi Sinop’un Kemal’i. Kedi köpek, çiçek böcek sevgisiyle sınırlı bir çevrecilik değildi onun çevreciliği. Kendi çabalarıyla edindiği ziraat bilgisi sayesinde ağaçların nasıl aşılanacağını, köklendirmenin nasıl yapılacağını, fırtınaların ne zaman çıkacağını, yaprak bitlerine karşı hangi ilacın hazırlanacağını, toprağın nasıl kazılacağını bilir; bilmekle kalmaz, bütün bunları köydeki komşunun tarlasında, kentteki herhangi birinin bahçesinde maddi bir karşılık beklemeksizin uygulardı. Sinop kent meydanındaki, Karakum yolundaki, Bahçeler mevkiindeki ve daha bir çok yerdeki ağaçları bizzat o dikmişti. Kumsalları tırmıkla, sokakları çalı süpürgesiyle temizler, yerlere çöp atılmasına katlanamazdı. Katlanamadığı şeylerden biri de alkol ve sigara kullanılmasıydı. Sigara tiryakilerine “ayaklı baca” sıfatı yakıştırmıştı. Alkol alanlara ise “Milli içeceğimiz ayran ne güne duruyor, onu içseniz ya!” uyarısında bulunurdu. Cumhuriyet Pazar Dergi için verdiği bir röportajda, gazeteci Arif Künar’ın kendisini bir çay bahçesindeki masaya davet etmesi üzerine şunları söyleyecekti:
“Ben o masalara oturmam. Bak, şu gördüğün ağaçları ben diktim. Ama, şimdi onların altında oturamıyorum. Fosur fosur sigara içiyorlar. Hem doğayı ve kendilerini kirletiyorlar hem de bizleri zehirliyorlar. Çevrelerine saygıları yok.” [3]
Planlama ve tasarım gibi estetik kaygılardan daha çok, Sinop’un Kemal’inin çevreciliği kırsaldan kente uzanan doğal bir çevrecilikti. Arkasında koyunlar, yanı başında köpeklerle Kumkapı’dan girer, bir süre sonra Lonca Kapısı’ndan çıkar; böylece binlerce yıllık bu güzelim Sinop kentinin aynı zamanda doğanın bir uzantısı olduğunu gösterirdi. Köpeklerine “şeker oğlan” ya da “şeker kız” diye seslenir, onlarla aynı dili konuşur, aynı tabaktan yemek yerdi.
“Kemal abi, ne yapıyorsun?”
Eline incecik bir boya fırçası almış, Nisi Göleti’nin giriş kapısına yazıyordu:
“Kuzu bebektir kesilmez!”
Ne balık ne et yediği görülmüştü Sinop’un Kemali’nin. O yalnızca bir vejetaryen değil, iyi bir hayvan hakları savunucusuydu. Sonunda biz insanlar da hayvanlar gibi doğa yasalarına mahkûm yaratıklar değil miydik? Aynı kökenden geldiğimizi unuttuğumuz taktirde yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmaz mıydık? Onları hayvanat bahçelerinde sergilemek, düşmanca bir davranış değil de neydi? Aramızdaki kadim dostluk kutsal söylencelerden fabl masallarına dek konu olmamış mıydı?:
“Küçük bir çocuk bir yunus balığı ile dostluk kurup ona yiyecek vermiş, yunus da onu sular üstünde sırtında taşımıştı. İkisi arasında çok yakın bir arkadaşlık kurulmuştu. Yıllar sonra çocuk hastalanıp ölünce yunus da onun kederiyle ölmüştü.” [4]
Kemal Koca, Samsun Ticaret Lisesi’ni bitirdikten sonra Yüksek Ekonomi ve Ticaret Okulu’na devam eder. Mezun olduğu halde diplomasını almaya gerek duymayacaktır. Onun bu tepkisel eyleminde, ziraat öğrenimi görmek istemesine rağmen ailesinin, özellikle babası Murat Koca’nın, onu ısrarla ticaret öğrenimine zorlamasının payı inkar edilemez.
“Bana kalırsa hayatımı ziraat sahasına intikal ettirmek isterdim; fakat nasip beni istemediğim bir yola getirmek istiyor. Benim de kanaatim tahsille beraber ziraata önem vermek ve sizin de mektubunuzda zikrettiğiniz gibi pek iptidai vaziyette bulunan ziraatımızın tekamülüne çalışmaktır.” [5]
Gerçekten de Sinop’un Kemal’i okulu bitirir bitirmez köye dönecek, Ahmet Refik ile Mehmet Emin tarafından yazılan Yeni Nebatat [6] kitabından ve 1946 tarihli Birlik Ziraat Takvimi’nden edindiği bilgilerle ziraat hayatına atılacaktır. Onun doğa sevgisi, 1940’lı yılların sonlarında başladığı işte bu zirai faaliyetler içinde biçimlenmiştir.
“Davula bakın Kemal’i çalıyor.”
Pazaryerindeki köylü kadının dili sürçmemişti. Sinop’un Kemal’inin tekdüze bir ritimle kafasını şişirmesine dayanamamış, tepkisini kendince böyle dile getirmişti. Tekdüze de olsa davulu boşuna çalmazdı Sinop’un Kemal’i. Onun biricik protesto aracı davuluydu. Mızıka ve akordeon ise, içindeki hüznü ara sıra dışa vurmak içindi. O gün kafasına yatmayan bir olay olmuş, olaya yol açanı kişiyi, her kimse, davuluyla protesto etmişti. Kimi niye protesto ettiğini söylemezdi Sinop’un Kemal’i. Ancak, protesto ettiği olayları ima eden bir sloganı kağıda yazar, davuluna yapıştırırdı:
“Din tacirlerinden sakının!”
“Gemi batıyor! Kaptanı tutun!”
“Bana değil, aynaya bak!”
Aslında bir müzik aleti değildir davul. Onunla tek başına bir melodi yapamayız; ama ritim tutabiliriz. İnsanoğlunun bilinen en eski çalgılarından biri olarak, müzik haricinde farklı işlevlerde de kullanılmıştır. Protesto ettiği olay çok öfkelendirici olsa bile sakin bir ruh haliyle ritim tutardı Sinop’un Kemal’i. Duygularını kolayca kontrol edebilir, insanlara kirpi mesafesi bir uzaklıkta yaklaşırdı. Uzaklaşırsa üşür, yaklaşırsa dikenleri batardı. Onun bu mesafeli yaklaşımın geri planında insanlarla fazla yüz göz olursam onlara benimle dalga geçme fırsatı vermiş olurum kaygısı yatıyor olmalı. Sinop’un Kemal’i sadece protesto amaçlı çalmazdı davulunu. Tutturduğu o tekdüze ritimle bize sonsuz evrende sonlu bir varlık olduğumuzu da hatırlatırdı. Doğrusu bu da sonlu bir varlık olduğunu unutanları protesto etmek demekti. Fiziksel bir çalışmayı hızlandırmak, verimi artırmak, ritmin sağladığı motivasyon sayesinde emeğin yorgunluğunu hissettirmemek amacıyla da çaldığı olmuştu davulunu. 1983’te Erzurum’da meydana gelen deprem sonrası, sarsıntının tetiklediği toprak kaymasına maruz kalmış yerleri ağaçlandırmak üzere bölgeye gitmiş, Sinop Tarım İl Müdürlüğü’nden aldığı kavak fidanlarını ve meşe palamutlarını yöre halkıyla birlikte davulu eşliğinde dikmişti. Sırası gelmişken, kavak fidanlarını ve meşe palamutlarını il müdürlüğünden almadan önce müdüre gösterdiği tepkiye de değinmek gerekir.
Aynı zamanda bir sivil itaatsizdi Sinop’un Kemal’i.
O gün, söz konusu müdürün sigara içtiğini görünce “Zurna gibi almışsın sigarayı ağzına…” diyerek kendisini azarlamış, makamından öfkeyle çıkmıştı. [7] Anne-baba, öğretmen, din, töre, gelenek, devlet, hiçbir otoriteyi tanımazdı. Onun yurtsever bir Cumhuriyet yurttaşı olması, görevini yapmayan idarecileri eleştirmemesi anlamına gelmiyordu. Milletvekillerine “Haramzadeler”, memurlara ise “Lüzumsuzlar” derdi. Katilin kravat takarak ‘iyi hal indirimi’ alması ya da sırayla iş yapılan bir kurumda memurun sıraya girmemesi de nesiydi! İtaatsiz tepkilerini de yine kağıda yazar, davul çalmadığı zamanlarda küfesinin arkasına iliştirir ve okumasını istediği kişilere sırtını dönerdi. Bir keresinde “ahlaka mugayir” davranışından ötürü Samsun Ruh ve Hastalıkları Hastanesi’ne sevk edilmiş, bir kaç gün sonra taburcu edilmişti. Taburcu edilir edilmez itaatsizliğine kaldığı yerden devam edecekti.
“Tımarhane sırası şimdi valide!”
Ülkemizde, 1960’lı yıllarda sadece toplumsal düzeyde yeni yeni telaffuz edilen sivil itaatsizlik kavramını, bireysel düzeyde 1950’li yıllarda hayata geçirmişti Sinop’un Kemal’i. Kente yeni atanmış yöneticilerin yanında yarı çıplak biçimde davul çalarak dolaşır; böylece onlara, yaşam tarzının yasalarla belirlenemeyeceğini ima ederdi. Sivil itaatsizlik kavramının babası Henry David Thoreau’ya göre, bir kurumun vicdanı olamazdı; ama vicdanlı kimselerden oluşan bir kurum, vicdanlı bir kurum olabilirdi. Şöyle devam ediyordu Thoreau:
“Diğerleri – milletvekilleri, politikacılar, avukatlar, bakanlar ve ofis sahipleri – devlete üst kademelerde beyinleri ile hizmet edenler, ki çok nadir ahlaki kararlar alırlar, Tanrı diye daha çok, istemeden de olsa, Şeytan’a hizmet eder gibidirler. Yalnızca çok az insan – kahramanlar, yurtseverler, şehitler, devrimciler ve insanlar – devlete vicdanları ile hizmet ederler ve bu sebepledir ki çoğunlukla direnişle karşılaşır ve düşman gibi görülürler.” [8]
Muktedirler tarafından düşman gibi görülse de yurttaşlık görevini yerine getirmekten yüksünmezdi Sinop’un Kemal’i. Örneğin, kasabalardan birinde kasaplar, kemikleri bir süredir dükkanlarının önüne bırakıyor, köpeklerin o kemikleri sağa sola taşımaları sonucu çevre sağlığı tehdit altında kalıyordu. Uyarılarının dikkate alınmadığını gören Sinop’un Kemal’i onları iki ayrı çuvala dolduracak, birini Belediye Başkanı’nın, diğerini kaymakamın makam odasının kapısına boşaltacaktı. Başka bir örnek ise, Sinop Kalesi’nin kuzey kale surlarından akan lağım suları ile güneydeki surlara inşa edilmiş derme çatma evlere ilişkindi. Durumdan rahatsız olan Sinop’un Kemal’i, inci gibi el yazısıyla bir dilekçe yazmış, İl Kültür Müdürlüğü’ne vermişti. Dilekçesi işleme alındı Sinop’un Kemal’inin; ancak ikinci soruna çözüm getirilmeyecekti. [9]
Kemal Koca’nın yarı çıplak bir giyim tarzını tercih ederek kendini doğaya adamasını, onun, ortakçılarının güzel kızına aşık olup kendi ailesinin rıza göstermemesi sonucu aklını yitirmesiyle ilişkilendirenler olsa da bu durum gerçek değildir. Aile bireylerine kalsa, onun böyle yarı çıplak dolaşması, Samsun’da okuduğu yıllarda köyüne geldiği bir gün uğradığı saldırıdan kaynaklanmıştır. Köylü kadınlardan biri, kardeşi Ali Fuat ile çeşme başında sohbet eden Kemal’e elindeki sopayla vurmuş, onu kulağından feci şekilde yaralamıştır. Yara çok geçmeden iltihaplanacak, iltihap da Kemal’in ancak ameliyatla iyileşebilecek bir hastalık olan Koleteatomlu Otitis Media hastalığına yakalanmasına neden olacaktır. Babasına yazdığı bir mektupta duruma açıklık getiriyor Kemal Koca:
“ Kulağımın verdiği ıstırapla inliyorum, babacığım, bu halim beni çok yıprattı, ben de sizin gibi sağlam bir insan olsaydım, herhalde bugün sizi sevindirmiş, güvendirmiş ve elinize yapışmış olacaktım, Allah büyüktür, inşallah düzelecektir, her gün kulağımın tedavisi için hastaneye gidiyorum, eğer mukadderatım bu ise o da başka…” [10]
Daha sonraki satırlarda o dönem alacağı karnenin ‘babasını sevindirecek kadar iyi olmadığından’, bunun nedeninin ise ‘kulağının tesiri’ olduğundan söz eden talihsiz Kemal, tedavi için ailesinin ‘lazım geleni yaptığını’ yazmayı da unutmayacaktır. Nitekim, İstanbul’da yüksek öğrenimin gördüğü sırada bir ameliyat geçirir Kemal Koca. Ne çektiği kulak ağrılarının ne de yaşadığı aşkın etkisi vardır onun kendini doğaya adamasında. Aynı tarihli mektubun sol üst köşesine yazdığı notta saklıdır belki de bu sır:
“Keçi ve yavruları nasıl?”
Soru, başka bir soruya yol açar ki bu da, ta o yıllarda Sinop’un Kemal’inin kafasına takılan bir soru olmalı:
Nasıl yaşamalı?
Onun verdiği cevabı zaten biliyoruz; doğayla uyumlu, zenginlik, şan, şöhret, iktidar gibi basmakalıp arzulardan soyutlanmış, erdemli bir yaşam. Kamusal alana kinikçe de bir müdahale yapar Sinop’un Kemal’i. Ama diğer kiniklerden ayırmak gerekir onu:
“Kemal’in Kiniklerden, diyelim Sinoplu Diyojen’den, ayrıldığı noktaların sayısı arttıkça aralarındaki uzaklık da artıyor, artan uzaklıkta benzer noktaları görünmeyecek kaygısıyla yine bir araya geliyorlar; ama bu kez birbirlerine karıştırılıyorlardı. Felsefesini sürgün topraklarda yeşerten Diyojen’in aksine Kemal Koca, işte şuracıkta, yanı başımızdaydı. (…) İkisi de doğal yaşamı benimsemiş, minimalist ve iktidar karşıtı sivil itaatsizlerdi. Kibarlık konusunda Kemal, Diyojen’e çok fark atardı. Kimseye küfrettiği ya da kimseyi kırdığı görülmemişti Kemal’in; diktiği fidanları söktüren bürokratın birine ‘Katil!’ diye çıkıştığı, (…) dilekçesini kayıta geçirmeyen bir memura “Kavuksuz dalkavuk!” dediği birkaç olay haricinde. (…) Davul çalardı Kemal; mızıka çalardı, akordeon çalardı. Diyojen’e göre ‘devlette düzeni lir ya da flüt değil düşünceler sağlardı.’ Acayip adamdı Diyojen! Eğitimli olmayı küçümserdi. Çocuklara defter, kalem, gazete, kitap armağan eden Kemal’i görse ‘Başka işin yok mu?’ diye sorabilirdi. (…) ‘Doğaya göre davranmakla akla göre davranmak aynı şeydi.’ Uygarlık düşmanıydı Diyojen. Doğayla uyumlu bir uygarlıktan yanaydı Kemal.(…) Galiba biraz da stoikti.” [11]
Birbirlerinden ayrıldıkları noktalara rağmen ikisinin de başlıca ortak yanı ‘adam aramalarıydı’. Sinoplu Diyojen’in güpegündüz insanların yüzüne tuttuğu fener, yaklaşık 2400 yıl sonra, Sinop’un Kemal’inin elinde davula dönüşecekti. Amaç aynı olduktan sonra aracın farklı olmasının bir önemi yoktu. Yaşadığı fıçının önünde oturup Korintli yurttaşlara sataşan Sinoplu Diyojen’in aksine, Sinop kentinin sokaklarını ve kırsal alanını gün boyunca dolaşırdı Sinop’un Kemal’i. Onun yarı çıplak bir gezgin olarak çoğu kez elinde davulu, bazen akordiyonu bazen de ağzında mızıkası ile kamusal alana yürüyerek yaptığı müdahaleler, ne 19. yüzyıl flanörlerinin ne 1950’li yıllarda ortaya çıkan derivelerin yaptıklarımüdahalelere benziyordu. Paris ve Londra gibi metropol kentlere özgü bu kavramlarla Sinop’un Kemal’inin yürümekteki amacını açıklamak zordur. Evet, psikocoğrafi bağlamda düşündüğümüzde, onun, özellikle derivelere benzer bazı yanları vardı. Onlar gibi Sinop’un Kemal’i de halkla etkileşim içinde kenti aktif bir şekilde deneyimler, bir sokaktan diğerine savrulur; hatta sokaklar yetmez, Adabaşı’ndan Sarıkum’a, Sarıkum’dan Keçideresi’ne geçer, nerede koklanacak çiçek, okşanacak karaca, sevilecek yılkı atı varsa orada soluklanırdı. Sinop’un dar geldiği zamanlar da olurdu Sinop’un Kemal’ine. O zaman ya Erfelek ya Ayancık kasabasına kadar yürür, oralar da dar gelince kendini İstanbul’da bulurdu. İstanbul’a yürümek, şunun şurasında Erfelek’e yirmi kez gitmek demekti. Sinop ya da İstanbul, kentte yürürken bir performans sanatçısı olurdu Sinop’un Kemal’i. Ancak onun gösterisi, Guy Debord’un “yaşamın somut ters yüz edilişi olarak, canlı olmayanın özerk devinimi” diye tanımladığı türden bir gösteri değildi. [12] Sinop’un Kemal’ini izleyenler ona yabancılaşmaz; tam tersine nesneleşmiş dünyadan kurtulur, her şeyi bir gösteriye dönüştüren kapitalist sistemin gizlediği insan ilişkilerinin içtenliğini ve doğallığını yeniden keşfederdi.
“İnsanlar güneşin tacünü değil, bir havai fişeği alkışlarlar.”
Sinop’un Kemal’inin 1946 tarihli Ece Muhtırası Cep Defteri’ne yazdığı bu söz, Guy Debord’un Gösteri Toplumu kavramıyla nasıl da örtüşüyordu!
“Gösterinin parıltılı oyalayıcılığı altında, modern topluma dünya çapında hükmeden bayağılaşma hareketi, gelişmiş meta tüketiminin seçilecek rol ve nesneleri görünüşte çoğalttığı her noktada da modern topluma egemen olur.” [13]
Bayağılaşma hareketinin egemen olduğu modern toplumda ‘bir havai fişeği’ değil de ‘güneşin tacünü’ alkışlayan Sinop’un Kemal’i, insan ilişkilerinden doğabilecek acılara rağmen, kendini inzivaya çekerek korumayı bir yöntem olarak kullanmaz. Böyle durumlarda kamusal alana yürüyerek müdahale eder Sinop’un Kemal’i.
“Yürümek, gürültü patırtı yapmadan sürüp giden bu gerçeklikleri -kayaların ortasında büyüyen ağacı, nöbetteki kuşu, yolunu bulan dereyi hiçbir karşılık beklemeden tecrübe etmektir. Yürümek, söylenti ve yakınmaları aniden susturur; içimizde durmadan başkalarını eleştiren, kendini değerlendiren, yorumlayan, izaha yeltenen sonu gelmez gevezeliği keser. Yürümek, kuyruk acılarını, ahmakça tatminleri, kolayca alınmış hayali intikamları açığa çıkaran kendi kendine konuşmaları bitirir. Bir dağa bakarken, büyük ağaçların arasında yürürken şöyle düşünürüsünüz: Buradalar işte. Buradalar, hem de benim için değil, zaten buradaydılar. Benden önce varlardı, benden sonra da olacaklar.” [14]
Sinop’un Kemal’inin yürüyüş güzergâhı rastlantısal çizilir. Onun nereye, ne zaman, niçin gideceği belli olmaz. İllâ bir güzergâh çizilecekse, Sinop kent merkezinde, Kumkapı’dan giriş sonrası Batur Sokak, Meydankapı mevkii, Aşıklar Caddesi, Uğur Mumcu Meydanı, Sakarya Caddesi ve Lonca Kapısı’ndan çıkış. Kırsal alandaki güzergâhını soracak olursanız, yukarıdaki alıntıda geçen doğal yerlere ulaşmamak için hiçbir gerekçe ileri sürmez Sinop’un Kemal’i. Kırsal ya da kentsel, hangi güzergâh olursa olsun, onun dönüp dolaşıp geldiği yer kendisidir. ‘Kayaların ortasında büyüyen ağacı tecrübe ederken’ bile kendi içine yürür o ve ‘burada olan şeylerin kendinden sonra da burada olacaklarının’ bilinciyle zamanı çevrimsel algılar. Çevrimsel zaman doğanın sonsuz zamanıdır. Tarih dediğimiz şey, doğanın ürününden başka bir şey değildir. Doğa dışı bir alana çekilmiş, sadece başlangıç ve sondan ibaret olan kronolojik tarihi reddeder Sinop’un Kemal’i. İktidar sahiplerinin ve Kıyamet Günü kaygısıyla yaşayanların tarihidir kronolojik tarih. Kamusal alana, bu anlamda, tarihsel bir müdahale de yapar Sinop’un Kemal’i.
“Benim kasa kapalı. Girişi de çıkışı da yok!”
Paradan bahsedenlere böyle yanıt verirdi. Tüketmeyen birinin paraya ihtiyacı niçin olsundu? Bir avuç kuru üzüm, bir tas çorba, yoğurt, ekmek… Bir de kirlendikçe kendisinin pırıl pırıl yıkadığı bir kaç iç çamaşırı, pantolon ya da kazak. Varlıklı bir aileden gelip yaşadığı konağı bile sadece fiziksel varlığını korumak için kullanan, mülkiyet duygusundan arınmış Sinop’un Kemal’inin bu minimalist yaşam tarzı onun kamusal alandaki varlığını kent halkının gözünde daha da yüceltiyordu. Elindeki maşrapasını da atan Sinoplu Diyojen’le kıyaslandığında, o, sahip olduğu üç beş şeyden, aşı bıçağından, kazmasından, davulundan, orağından, küfesinden, vazgeçemezdi. Diyojen yatıyor, Sinop’un Kemal’i çalışıyordu.
“Medeniyetin ereği, başkalarını kendilerinin yükü altında ezilmekten korumaktır,” diyor Ricard Sennett ve devam ediyor, “ Medeniyetsizlikten söz etmek, medeniyetin tersinden söz etmektir. Kendisini başkalarına yüklemektir medeniyetsizlik; bu kişilik yükünün neden olduğu şey, toplumsallaşma yetisindeki düşüştür. Bu anlamda medeniyetsiz olan bireyler gelir aklımıza: Bunlar başkalarına kendi yaşamlarının günlük sıkıntılarına göğüs germek için ihtiyaç duyan ve başkalarına kendi itiraflarını boca edecekleri birer kulak olma sıfatları ötesinde pek az ilgi duyan şu bildiğimiz ‘arkadaşlardır’. [15]
Bildiğimiz arkadaşlardan değildi Sinop’un Kemal’i.
Medeni bir arkadaştı.
Sağlığına düşkün bir insandı Sinop’un Kemal’i. Kalp krizinden vefat ettiğinde 79 yaşındaydı. Alaaddin Camii’nden duyuruldu vefat haberi: “Sinop halkından Kemal Koca vefat etmiştir.” Siyasal ya da dinsel, toplumsal ya da bireysel, hiçbir otoriteye boyun eğmemiş erdemli bir insana da böyle kısacık bir duyuru yakışırdı. Az da olsa, gerçek dostları vardı cenaze töreninde. Onlar, Sinoplugiller’di. Adanın kuzey yamaçlarındaki Çukurbağ Mezarlığı’nda huzur içinde yatıyor şimdi.
Özetle diyebiliriz ki…
Kemal Koca’nın 1940’lı yılların sonlarından vefat ettiği 2004 yılına kadar kamusal alana yaptığı bireysel müdahaleler, Sinop kent kültürüne kattığı değerler olarak düşünülmelidir. Kattığı değerlerin en görünür olanı, onun nudist yaşam tarzına ilişkindir. Günümüzde, insan bedeni, kadın ya da erkek, örtük ya da çıplak, sanat, moda, estetik gibi çeşitli yollarla sürekli yeniden tüketilmekte, sonra kusursuz bir güzellik algısı yaratılarak yine sürekli yeniden üretilmektedir. Bedenimizle barışık olmamızı engelleyen; dolayısıyla bizi yetersizlik duygusuna kaptıran şey, işte bu kusursuz güzellik algısının da sürekli değişmesidir. İnsanın kendi bedeninden dolayı aşağılık duygusuna kapılması, her bir organıyla ihtiyaçlarını karşıladığı halde onu küçümsemesi, bize dayatılan güzellik algısının değişim hızına yetişemememizin sonucudur. Bırakın değişimi, hızın bile hızına yetişilemediği bir çağda, sokakları yarı çıplak bedeniyle ağır ağır adımlayan Sinop’un Kemal’i, bedenimizi nesneleştirmememiz ve onunla gurur duymamız gerektiğini göstermiştir Sinop halkına.
Öte yandan Sinop’un Kemal’inin çevreci kimliğiyle kent kültürüne kattığı değer, sadece kentin temizliği ve ağaçlandırılması boyutunda değil, sigara ve içkiye karşı gösterdiği tepki göz önüne alındığında, aynı zamanda halk sağlığı boyutundadır. Protestocu ve sivil itaatsiz kimliğiyle de Sinoplu’yu, görevini yapmayan yöneticileri göreve davet etmesi konusunda cesaretlendirmiştir Sinop’un Kemal’i. Stoik ve kinik, ama onlardan daha özgün, yanıyla Sinop kent kültürünü felsefi bir zemine çekmeyi başarmış, ancak başarısı ne sivil toplum örgütleri ne yerel yöneticiler ne de felsefeciler tarafından yeterince anlaşılmıştır. Onun arabaya, İstanbul’a gittiği zamanlar zorunlu olması dışında, binmemesi, her yere yürüyerek gitmesi, doğal yaşam tarzının gereğidir. Doğal yaşam tarzının gereği olduğu içindir ki flanörlere de derivelere de benzemez o. İçine girdiği sokağı hareketlendirir, oraya bir çeki düzen verilmesi sağlar. Bu anlamda boş zaman yürüyüşü değildir onunki. Yine de yürüyüşün spora dönüşmesine sağladığı katkının payı inkar edilemez. Sinop’un Kemal’in yaşadığı konak, şimdi virane durumda da olsa, orada, Zeytinlik Mahallesi’nde öylece durur. Eskiden iskeleden bakınca görülürdü. Konağı görmekle Sinop’un Kemal’ini görmek arasında doğru değil, ters orantı vardır. Onun bu durumu, doğal ve minimalist bir yaşam uğruna, mülkiyet duygusundan vazgeçilebileceğini hatırlatır Sinoplu yurttaşlara.
Sinop’un Kemal’inin, Kemal Koca’nın, kent kültürüne yaptığı katkılardan belki de en önemlisi tarihsel olanıdır. Tarih yaratmak için, savaşlar yapmak, sınırlar çizmek gerekmez. Ortak bir yaşam kültürünün ürünüdür tarih. Tekerleği ilk icat edenin, suyun arkını ilk açanın, tohumu toprağa ilk dikenin, tırpanı ekine ilk vuranın, akıllı telefonların, yapay zekaların ve daha milyonlarca teknolojik cihazın ortaya çıkışındaki görünmez emeklerini inkar etmek, insanoğlunun bunca birikimini inkâr etmektir. Sinop’un Kemal’i, fiziksel düzlemde olmasa da zihinsel düzlemde bir tarih yaratmıştır. Onu, makale boyunca vurgulandığı gibi, bir gelenekle ilişkilendirilemeyecek, ama bazı geleneklerin özelliklerini içselleştirmiş, kendine has bir filozof olarak sıfatlandırmak, hiç de yabana atılacak bir görüş değildir. Bu, onun yaşam tarzının bize dayattığı bir görüştür.
Sinop kenti tarihine imgesiyle damga vurmuştur Sinop’un Kemal’i.
Sözlükçe:
Derive: Sitüasyonistlere göre, duygusal bir gelişim süreci yaşamak için kenti karış karış gezen ya da kent içinde
bir mekândan diğerine rastgele sürüklenen kişi.
Flanör: 19. yüzyıl Fransa’sında ortaya çıkmış bir kavram. Kent sokaklarını, mekânlarını notlar alarak dolaşma;
amaçlı gezgin.
Kinik: Uygarlık değerlerine aldırmayan, yaşamın özgürlük içinde sürdürülmesi gerektiğine inanan ve her türden
ihtiyaca, otoriteye bağımlı olmayı reddeden kişi. En önemli temsilcilerinden biri Sinoplu Diyojen’dir.
Minimalist: Felsefi anlamda, az olanla yetinmek.
Nudist: Çıplak dolaşan kimse.
Psikocoğrafya: Coğrafyanın bireylerin duygu ve davranışları üzerindeki etkilerinin incelenmesi ya da insanının
kent mekânıyla etkileşimi. Guy Debord’un 1950’lerde ürettiği bir kavram.
Sinoplugil: Felsefeci Nermi Uygur’un Sinoplu Diyojen’in davranış biçimlerinden yola çıkarak modern insanlara
yakıştırdığı, mekâna ilişkin olmayan, evrensel bir kavram.
Stoik: Zenon tarafından kurulmuş stoa öğretisine ilişkin; öğretiye bağlı kişi. Genel anlamda, her türlü tutkudan
uzak, aklın duygulara üstünlüğünü savunan davranış biçimi.
Tacün: Taç
anlamında.
[1] J.P. Sartre, Varlık ve Hiçlik, çev. Turhan Ilgaz, Gaye Çankaya Eksen, İthaki Yayınları, 2009, sf.511
[2] Richard Sennett, Kamusal İnsanın Çöküşü, çev. Serpil Durak, Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, 1992.
[3] Sinoplu ‘Doğacı’, ‘Tarzan’a Karşı, Cumhuriyet Dergi, 6 Kasım 1994.
[4] Desmond Morris, İnsan-Hayvan Sözleşmesi, çev. Mehmet Harmancı, İnkılâp Kitabevi, 1990, sf.54.
[5] Kemal Koca’nın arkadaşı Haşim Örnek’e yazdığı 27 Aralık 1943 tarihli mektuptan.
[6] Ahmet Refik, Mehmet Emin, Yeni Nebatat, Kanaat Kütüphanesi yayınları, 1929.
[7] Tarzan Kemal, Belgesel Film, Yön. Caner Özdemir, 2015.
[8] Henry David Thoreau, Sivil İtaatsizlik, çev. Melis Olçum, Kafekültür Yayınları, 2013.
[9] Tarzan Kemal: Bir Kentli Hikayesi, Belgesel Film, Yön. Yusuf Emre Yalçın, 2016)
[10] Kemal Koca’nın babasına yazdığı 7 Mayıs 1943 tarihli mektup.
[11] İlyas Tunç, Herkes İşinde Gücündeydi, Medakitap Yayınları, 2022.
[12] Guy Debord, Gösteri Toplumu, çev. Ayşen Ekmekçi, Okşan Taşkent, Ayrıntı Yayınları, 2021.
[13] a.g.e
[14] Frederic Gros, Yürümenin Felsefesi, çev. Albina Ulutaşlı, Kolektif Kitap Yayınları, 2017.
[15] Richard Sennett, Kamusal İnsanın Çöküşü, çev. Serpil Durak, Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, 1992.
İlyas Tunç: “Tüm yazma eylemlerinin temelinde, semantik ve morfolojik düzeyde sağlam cümle kurabilme yeteneği bulunduğuna inanıyorum.”
Mehmet Hanifi
Tıpkı çok iyi bir kurgunun, sağlam cümle kuramadığımız sürece, bizi iyi bir romancı yapmayacağı gibi ‘Şiirin düzyazıya çevrilmez’ yaklaşımına sığınarak, imgesellik yaratma kaygısıyla, anlamdan yoksun saçma sapan dizeler kurmak bizi iyi şair yapmaz.
Mehmet Hanifi: Kış Bir Alkış mıydı (Şiir-1992), Kül ve Kopuş (Şiir-1995), Fetüs Günlüğü (Şiir 2002), Savrulmalar (Şiir-2004), Sesler İncelikler (Şiir-2008), Karnaval (Şiir-2009), Hangi Şiir Onarır Şu Taşküreyi (Toplu Şiirler-2020); İtaatsiz Portreler (Deneme-2016), Örs-Nesnelerin Dili (Deneme-2021); Sessiz Yaşamın Şarkısı (Cai Tianxin, seçme şiirleri-2009), Çağdaş Güney Afrika Şiir Antolojisi (2013), Şairin Paltosu (Martin Espeda, Seçme Şiirler-2016), Hiçliğin Tanecikleri (Ingrid Jonker, Seçme Şiirler-2017), Çağdaş Nijerya Şiir Antolojisi (2018). Şiir, deneme ve çeviriden sonra Ocak ayında Herkes İşinde Gücündeydi romanın yayımlandı. Kitabın yazılma sürecinden bahseder misiniz? Biyografik Roman yazma fikri nasıl doğdu sizde?
İlyas Tunç: Romanın kahramanı Tarzan Kemal’le, metindeki adı Sinop’un Kemal’iyle, kente ilk geldiğim gün karşılaştım. Sırtında derme çatma bir küfe, küfesine yapıştırdığı, ‘yüzünü kendine çevir’ yazılı bir kâğıt, elinde bir davul, pazaryerinde dolaşan yarı çıplak bir adam. Kimse ona bakmıyor; onun da kimse umurunda değil. Hem halktan biri hem halkın ötesinde. Bu adam, Sinoplu Diyojen’in torunu olmalı, diyorum içimden. Kinik özelliği ağır basıyor; oysa stoik tarafı da var. Doğal hayatı kente taşımak isteyen bir pagan olduğunu iddia edenlere sözümüz yok; inatçı bir sivil itaatsiz olduğunu iddia edenlere de… Pazaryerindekiler, onu böyle değerlendirmiyor. Onlara göre, evet, o yarı çıplak bir Tarzan; hatta yüzüne karşı söyleyemeseler de, iyileşmez bir deli. Ayaküstü biriyle bir şeyler konuşur, sonra çeker gider. Konuştuğu şeyleri herkes tahmin edebilir; sigara içmeyiniz, çevrenizi temiz tutunuz, ağaçları kesmeyiniz, hayvanları seviniz, et yemeyiniz, güneşi kutsayınız… Onu yazmayı doğrusu pek düşünmemiştim. Ama, gördüğüm ilk günden itibaren kendisini her fırsatta gözlemleyecektim. Yazma düşüncesi ise, ölümünden sonra filizlenmeye başladı. Fiziksel yokluğunun kent ortamında yarattığı boşluğu, onun ruhsal varlığını zihinsel bir boyuta, kurgusal bir metne, taşıyarak doldurabilirdim. ‘Unutulup gitsin istemedim’ kaygısıyla yola koyulmadığımı, bu arada, belirtmeliyim. Asıl amacım, Sinop’un Kemal’ini, yazacağım roman vasıtasıyla, felsefi bir düzleme yerleştirmekti; böylece, antik bir kentin mekânlarında antik bir hava estirecektim. Sadece kahramanın duygu ve düşüncelerini değil, anlatıcı kılıfıyla bizzat kendi duygu ve düşüncelerimi de bu nedenle yansıttım. Amacımın ütopik olduğunun farkındayım. Yine de gerçekliğe ne derece dönüşeceğini zaman gösterecektir. Yazma sürecine gelince, yaklaşık iki yıllık bir zamanımı aldı. Süreç boyunca gözlemlerimden yola çıkmakla yetinmedim, onunla anısı olan herkese ulaşmaya da çalıştım. Yazmaya başlamadan önce ve yazarken ilgili felsefe okumaları yaptım. Çeşitli notlar aldım, dolaştığı yerleri dolaştım, fotoğraflarını edindim, belgeler topladım, belgesel filmlerini izledim. Tamamen biyografik bir roman denir mi, bilmiyorum. Kahramanının kent halkıyla etkileşim içinde olduğu psikocoğrafi bir roman da diyebiliriz, ‘yeni roman’ tarzına uygun bir roman da…
MH: Herkes İşinde Gücündeydi, bazen bir deneme tadında okunurken, bazen anlatının kıyısında dolaştırıyor okuru. Ama baştan sonuna kadar atmosferiyle, dünyasıyla, mekânlarıyla, karakteriyle bir romanın içinde olduğunu anımsar okur. Bu tablo içinde metninizi nerde konumlandırıyorsunuz?
İT: Haklısınız! Yer yer deneme tadında; hatta tamamen deneme denilecek metinler içeriyor. Bu, yazarın kişisel bir tercihi. Anlatı tadını veren şey ise, deneme türünde olduğu gibi, anlatıcının roman boyunca daha fazla konuşmasıyla bağlantılı. Evet, sonuçta bir roman; yaşanmış bir olayı ele almasıyla, maddi ve kültürel nesneleri betimlemesiyle, üslup kaygısı taşımasıyla, çevre olgusuna değinmesiyle, yarattığı karakterle… Ancak, Balzac tarzı roman geleneğine bağlı klasik bir roman olduğunu söyleyemem. Bölümler arası geçişler belirsiz; dolayısıyla, her bir bölüm, farklı bir konuyu ele aldığı düşünüldüğünde, ayrı birer öykü diye de okunabilir. Olay örgüsü, romanın geneline değil, bölümler içine ve birbirinden bağımsız olarak yayılmış. Zaman olgusu, kronolojik bir sıralamaya dayanmıyor. Ana karakter Sinop’un Kemal’i dışında diğer karakterlerin metne fazla bir katkısı yok. Anlatım biçimiyle, düşünsel içeriğiyle, psikocoğrafi izlenimleriyle, davranış betimlemeleriyle okuru dünyadaki yerini ve varlığını yeniden konumlandırmaya davet eden kurgusal bir metin. Metni adlandırmaktan ziyade, anlatmak istediğimiz şeye koşut bir dil, bir kurgu yaratıp yaratamadığımız da önemlidir sanırım. Üstelik, edebi türler arasındaki mesafeler gittikçe birbirine yaklaşıyorken…
MH: Herkes İşinde Gücündeydi, Tarzan Kemal’in babasıyla karşı karşıya gelmesiyle başlıyor. İlk kez otoriteyi reddediyor Tarzan Kemal ve soyunuyor babasının bahçesinde ve onun gözleri önünde. Onu böyle radikal davranmaya iten etmenler nelerdir?
İT: Roman, evet, babasının ona sorduğu tek kelimelik bir soruyla başlıyor: “Utanmıyor musun?” Sorunun geri planında, bir ayıp ya da suç aramaktan öte, sınıfsal bir yaklaşım var. Sinop’un Kemal’inin babası, varlıklı bir ağa, saygın bir eşraf sıfatıyla oğlunun ortakçılarının kızıyla evlenmesine taraftar değil. Aşkının sınıfsal bir bakış açısıyla sorgulanmasından son derece rahatsız oluyor Kemal. Duygusal sanılsa da, başkaldırısının temelinde insani bir akıl yürütme egemen. Yürüttüğü aklın peşinden giderek baba otoritesine karşı gerçekleştirdiği başkaldırıyı, devlet, din, ahlak, gelenek, töre gibi diğer otoritelere karşı da gerçekleştiriyor. Sinop’un Kemal’inin tercihi, dolayısıyla, bir cinnet anında ansızın yapılmış bir tercih değil; ömür boyu vazgeçilmeyeceği için üzerinde enikonu düşünülmüş bilinçli bir tercih. Zaten kendisine iki kez yöneltilen “Utanmıyor musun?” sorusunun ikisi de çıplaklıkla ilgisiz sorular. Sorulara, baba oğul sertçe tartıştıkları sırada, soyunmadan önce, maruz kalıyor Kemal. Sonunda “Utanmıyorum!” diye bağırıp odadan çıkıyor. Böyle gerçekleşiyor Kemal’in ilk başkaldırısı. Bahçeye inip orada çırılçıplak soyunması ise, ‘boşalmış bir zembereğin getirdiği sakinlikle’ alınmış bizzat iradi bir karar. Ağaçlara, kuşlara, börtü böceğe bakıyor; yerdeki solucana, salyangoza dokunuyor, güneşi kutsuyor, toprağı kokluyor.‘İyileştirici doğaya şükürler olsun’ diye dua ediyor. Doğadaki çıplaklığın kendisine yapılmış kutsal ve barışçıl bir davet olduğunu düşünüyor. Bütün sınıfsal ilişkilerin bu davete katılmakla mümkün olacağına inanıyor. İncir yaprağından evrimleşmiş o tek parça giysiyi son anda tekrar giymesine gelince, bu, bundan böyle sürdüreceği doğal yaşam tarzının içgüdüye değil, akla dayalı olacağının, minimalist anlamda kinik, Tüm Tanrıcılık anlamında stoik bir göstergesi. Daha öncesinden de doğa sevgisi taşıyor Sinop’un Kemal’i. Ama, sadece ziraat yapma düzeyinde; yoksa o gün doğadan aldığı ‘davet’ düzeyinde değil…
MH: Toplumdan kopuşu, doğaya yönelişi doğallıkla, sanki öncesinden bunun hazırlığını yapmış gibi gerçekleşiyor. Zorlanmıyor, umursamıyor. Tavrı tepkisel ve çatışmacı değil, savunma pozisyonuna düşmüyor. Et yemiyor. Soru sorulduğunda cevap veriyor, bir tehdit algıladığında çapasını kendini savunmak için kullanıyor. Kirpi mesafesini koruyor. Çocuklarla iletişim koruyor. Köpeklerle dost oluyor. Ağaçları iyileştirmeye çalışıyor. Bilgece tavırlar sergiliyor. Tarzan Kemal’i böyle davranmaya iten reflekslerinin felsefi ve düşünsel temelleri nelerdir, hangi kaynaklardan ilham alıyor ve besleniyor?
İT: Doğaya yönelişinin bir ön hazırlığı, biraz önce değindiğim gibi, sadece köyünde ziraat yapma düzeyinde var; ki bunu da zaten arkadaşına yazdığı bir mektupta dile getiriyor Sinop’un Kemal’i. Yüksek Ekonomi ve Ticaret Okulu’nu bitirmesine rağmen öğrenim gördüğü alanda çalışmıyor. Memur amir ilişkisine karşı; kapalı bir mekânda mesai yapmaya da, kravat takmaya da… Ne emir vermek ne emir almak istiyor. Kente yeni atanan yöneticileri yarı çıplak bir şekilde davul çalarak protesto ediyor. ‘Lüzumsuz adamlar’ olarak nitelendiriyor onları. Ancak, toplumdan kopuşu söz konusu değil Kemal’in; hatta, kent insanı tarafından son derece seviliyor, sayılıyor. ‘Kirpi mesafesini’ ısrarla korumasının nedeni, fiziksel bir güvenlik kaygısı yerine insanlarla kurduğu bağı dengede tutma kararlılığından kaynaklanıyor. Çapasını parkları, bahçeleri, tarlaları ayrık otlarından temizlemek için kullanıyor. Evet, yarı çıplak yaşam tarzını kent halkına kabullendirmeye çalıştığı ilk günlerde, bir iki fiziksel saldırıya uğraması nedeniyle çabasını saldırgana karşı, yalnızca onu korkutmak amacıyla, kaldırdığı doğru. Bu, anlatıcının dilinden kurgulanmış bir olay. Gerçek hayatında, ne insana ne hayvana karşı şiddete başvurmuş. Hasta ağaçları iyileştirmeye çalışan bir pagandan beklenen de budur zaten. Kent meydanlarında, caddelerde, pazaryerlerinde istemediği her hangi bir şeyi davul çalarak protesto eden kentli bir pagan Sinop’un Kemal’i. İlham aldığı kaynaklardan biri paganizm ise diğeri stoacılık; biri kinizm ise diğeri nudizm; biri aidiyetsizlik duygusu ise diğeri minimalizmdir.
MH: Tarzan Kemal’in yanı başından bir an olsun ayrılmayan merak böceği okura ne anlatmak istiyor?
İT: Kale surlarından kahvehanelere varıncaya kadar kentin başlıca mekânlarını gezen merak böceği, “Adam neden soyunmuş?” sorusuyla insanların beyinlerine girerek onlarda bir merak duygusu uyandırıyor. ‘Uzun uzun sorup uzun uzun çırpınmaktansa’ soruyu ‘Neden?’ diye kısaltıyor; bu kez de öznesi belirsiz soruya ilgisiz cevaplar alıyor. Kaygılanıyor da merak böceği; ‘insanlar soruyu cevaplamak yerine nedenleri halka gibi birbirine geçirir, son halkada karşılarına ilk neden çıkar, olmuş, olacak, oluyor olan her şey, nasılsa Tanrı denilen bu ilk neden tarafından belirleniyor düşüncesiyle özgür iradelerini kullanamazlar, ellerini kollarını kaldırmadan kaderlerine boyun eğerler diye…’Merak böceğinin kaygısı, Sinop’un Kemal’inin kaygısından başka bir şey değil. Onun Güneş’i kutsayan bir doğacı, bir pagan, bir kinik ya da hazza da acıya da kayıtsız bir stoik olduğu düşünüldüğünde, büyülü gerçekçi bir anlatımla dile getirilmiş bu duygular, gerçek hayatta bir karşılık buluyor. Başka bir bölümde kelebek kılığına giriyor merak böceği. ‘Kelebek Etkisi’ adlı söz konusu bölümde, Kemal için ‘seninki çıldırmış’ diyerek sevgilisi Kevser’e kötü haberi veriyor. Daha sonraki bölümlerde de merak böceğinin insanların beyinlerini kemirdiğine tanık oluyoruz. Onları kaderlerine boyun eğmemeye, düşünmeye teşvik eden bir metafor da diyebilirsiniz.
MH: Karadeniz’in, özellikle Sinop’un nükleer santral tehdidi altında olduğunu biliyoruz. Doğa tahrip edilmeye başlandı şimdiden, binlerce ağaç kesildi, bölge insanı tehdit altında. Tarzan Kemal, ekolojik dengenin bozulmasına tepki olarak mı doğdu? Tarzan Kemal ne yapmak istiyor?
İT: Nevi şahsına münhasır Sinop’un Kemal’inin doğayı koruma konusunda, örgütlü ilişkilere girmeksizin, bireysel davranması normaldir. Kentin bahçelerindeki, parklarındaki toprağı havalandırmak, ayrık otlarını biçmek, ağaçları aşılamak, kumsallardaki çöpleri temizlemek, yerdeki sigara izmaritlerini toplamak; hatta, tutup İstanbul’daki Barbaros heykelini yıkamak…‘Sığ sularda yavru balıkları’ okşayan, denize çırılçıplak giren, 1983’teki depremin ardından Sinop’tan kalkıp ta Erzurum topraklarına ağaç dikmeye giden Kemal’in doğa sevgisini, hobi olsun diye bahçıvanlık yapan, balkonlarında çiçekler yetiştiren, evlerindeki süs köpeklerine rengârenk giysiler giydiren insanların abartılı doğa sevgisinden ayırmak gerekir. Ülkemizde ‘ekolojik etik’ diye bir kavram telaffuz edilmeden önce, daha 1950’li yıllarda, bir çevre ahlakı ediniyor Sinop’un Kemal’i. Onun çevre ahlakı, doğaya karşı vicdanlı davranma, dürüst insan olma, kent belleğini koruma pratiğinden, ya da felsefi anlamda etikten, ayrı düşünülemez. Mevcut çevre hareketlerinin başarıya maalesef ulaşamamasının nedeni, etikten yoksun oluşudur. Sinop’un Kemal’inin etiğine ulaşmak ise, insanların bilincinde radikal bir değişim gerektirdiği için son derece zordur. Hayır, belki de çok basittir; arkadakinin deniz manzarası engellenmesin diye öndeki evin biraz eğilmesi gibi… Kentlerde birbirlerine saygı duymayan insanların doğaya saygı duymasını beklemek bir hayal olsa gerek. İnceburun mevkiinde nükleer santral uğruna kesilen binlerce ağaca gelince, Karakum yolu boyunca diktiği ağaçların altında sigara içilmesine bile tepki gösteren Kemal, nükleer santral projesine de, yaşasaydı, mutlaka tepki gösterirdi. Sinop’un Kemal’inin yapmak istediği biricik şey, yapmak istediği bütün şeyleri özetlercesine, mendireğin duvarına turuncu renkli bir boyayla yazdığı o sloganda anlamını buluyordu:
“Havai fişekleri değil, güneşin doğuşunu alkışlayın!”
MH: Roman yazan öykücüler var, öyküden romana geçişte zorlanmadıkları biliniyor ama şairlerin romana bulaşmasının ve roman yazmasının örnekleri pek yaygın değil. Şiirden sonra roman yazmak zor oldu mu sizin için?
İT: Tüm yazma eylemlerinin temelinde, semantik ve morfolojik düzeyde sağlam cümle kurabilme yeteneği bulunduğuna inanıyorum. Bu, bence sanıldığı kadar kolay bir iş değil. Tıpkı çok iyi bir kurgunun, sağlam cümle kuramadığımız sürece, bizi iyi bir romancı yapmayacağı gibi ‘Şiirin düzyazıya çevrilmez’ yaklaşımına sığınarak, imgesellik yaratma kaygısıyla, anlamdan yoksun saçma sapan dizeler kurmak bizi iyi şair yapmaz. Bu anlamda, ‘neyi’ yazacağım kaygısı taşısam da ‘nasıl’ yazacağım kaygısı taşımadığımı söyleyebilirim.‘Neyi’ yazacağım kaygısını ise, yazmaya başlamadan önce ve yazma süreci sırasında yaptığım okumalarla, edindiğim belgelerle, dinlediğim anılarla giderecektim. Roman, anlatı ya da öykü, sonuçta yazılmış bir metin. Metni iyi yazabildimse ne mutlu! Adlandırma, yine bence, pek önemli değil.
MH: Bu aralar neler yapıyorsunuz? Çalışmalarınız hakkında bilgi verir misiniz?
İT. Birkaç yıldır, dünya genelinde 20. yüzyılda yapılmış katliamlara ilişkin deneme tadında metinler yazıyordum. Dosyayı bitirdim. Umarım iyi bir yayıncı bulunur. Bunun dışında çocukluk izlenimlerimden oluşan kısacık öyküleri tamamlamak üzereyim. Kendi şiirimi uzun zamandır maalesef ihmal ettim; ama, şiir çevirisine devam ediyorum.
Söyleşi- 9 Mart 2022,oggito.com
yeter artık tanrım, çek iplerimi!
niçin indirdin beni bu kanlı sahneye:
sehpalar, sopalar, on ikiden gülüşler…
yaşadım, yenildim işte! yara ve neşter
arasında bocaladım. çektim sineme
sır vermez acıları, vakitsiz ölümleri.
eylül mü? yalnızlığını fil şiirleriyle
paylaşan yaşlı bir şairin keyif çayı
mutluluğu! yasaların pişmanlığı! dile
getiremediğim sözlerle sanki paçayı
kurtarmak gibi bir şey! inanmak
belki de perdeye düşen gölgelere…
kurbanlarının postuna kurulduğumuz
bir çağın utancını taşımaktan yoruldum.
kaçtım kendimden. yurdumdan uzakta muz
cennetlerine tatile çıktım. üç maymun
oldum. unuttum, urgana un serdim.
açıldı rüzgarda deli gömleğim.
şimdi fondaki kahkahalara güdümlü
çocuklar gibi izlediğim filmi sarsam
geriye, dondursam kareleri, söyler mi Sam
amca topun çizgiyi geçip geçmediğini,
kimin çaldığını bu gol düdüğünü,
söyler mi ülkemin kaybettiğini.
ağrılar içinde sırtım, eklem yerlerim.
sahneye atılıyor bak sandalyeler,
alkışlar, protestolar, yuh sesleri…
yeter artık tanrım, çek iplerimi!
kale duvarlarında bir kertenkele
düşürüyor tarihin çürük dişlerini.
İlyas Tunç
vadiden akan toprağı tutacak
ağaç kalmadı
alıp götürüyorum yurdumun çocuklarını
dikiyoruz hep birlikte sevinçle
ama, söküyor onları biri
son günlerde
kara sularıma saplanan matkap benzeri
arkamdan kuyumu kazan biri
yüzüme gülen biri ya da
sırtlan gibi karanlıkta…
yurdumun çocukları!
hamarat kunduzları
taşkın derelerin!
söyleyin!
kırsam mı su geçirmez tabakayı
yol kıyılarına setler mi çeksem
kurukafa bir dövmeyle
göğsüme mi işlesem
tehlikeyi
vadiden akan toprağı tutacak
ağaç kalmadı
yağmurlar başlayacak
ne yapmalı!
İlyas Tunç
Eylül 2010, Sinop
Şiirden- İki Aylık Şiir Dergisi
Mayıs-Haziran 2011, sayı: 5
düşürüyor zorba
çay bardağını
elinden
tam da uzanıyorken fırçasına
yumuşacık bir fiskeyle
tuvaldeki kadına
son bir darbe
atayım diye
ama, ben ıslatıp parmağımı dilimle
topluyorum yerdeki can kırıklarını
sehpaların altından
kıyısından anıların
zorbanın yaşlı belleği
unutmuş görünüyor şimdi her şeyi
unutmuş görünüyor resim yapmayı
unutmuş görünüyor beslemediği
eren çocukları…
bir elin diğerini
yıkaması kadar
kolay değil
unutmak
yanmış olmalı zorbanın içi
unuturken geçmişini
İlyas Tunç
Ekim 2010, Sinop
Varlık Edebiyat ve Kültür Dergisi
Kasım 2010, sayı: 1238
gün boyunca gösterdiğim gereksiz incelik
korkunç bir düş oluyor uykuya dalınca
-iyiyim, ya siz!
çünkü, söz açmıyorum size ben
her şeyi sayılara dönüştüren
dijital yalnızlığımdan,
kulağıma iliştirdiğim şu ufacık küpeye
kısırlaştırılmış bir sokak köpeğinin
dik dik bakmasından…
söz açmıyorum yaşadığım acılardan,
yıkımlardan, yitiklerden, çok kötü şeylerden,
tavan arasına sakladığım yasak kitapların
bulunması korkusundan,
zorlanan kapılardan,
izlenen adımlardan…
mutsuzum!
midesindeki pet şişeyle kıyıya çekilmiş
aç bir martının duyumsadığı
tokluk duygusu gibi bir şey
benim mutsuzluğum…
söz açmıyorum daha başka şeylerden,
bildiğinizi düşünerek onları…
yeryüzü üzüyor beni,
amansız yerçekimi altında
inceliyorum ezile ezile
-iyiyim, ya siz!
İlyas Tunç
Eylül 2010, Sinop
Sincan İstasyonu Edebiyat Dergisi
Aralık 2010, sayı: 40
the shadow of the antenna falls through the roof window into the attic, into the mysterious, messy nest of our love. wooden fringe dividing the shade into two equal parts as if acting like a diameter of a circle. the other half stays on the tiles with the intent of hiding shits of seagulls, carcasses of flies. inside pendulums of spiders sparkling with the remnants of the noon sun, piles of dust, old versions of loneliness… and you! slender, your long legs, soft belly, your heart pounding in your body, your hairy, dark nostrils… suddenly you sink in your frisky claws in my nape. i struggle desperately:
kiss and kill me! kiss and kill me!
time flies by. window fringe turning into a beam to be tangent to the circle shaped shade. i make sense out of deepening dark, ever thickening belly of this clumsy guitar that i don’t have the heart to abandon, dolly birds, haunting sights of candlesticks… in a while the sun that bathed the hollow navel of the antenna will descend from the roof, and it is going to be replaced by the flapping sounds of the night butterflies. just started swimming of the head, sweating, exuviating… is it love? rescue knobs at the tips of your breasts! death: poisonous spurge of the mouth with no palate! sending away seagulls, i draw curtains:
kiss and kill me! kiss and kill me!
By İlyas Tunç (Translated from Turkish by Mesut Şenol)
“My love life is terrible. The last time I was inside a woman was when I visited the Statue of Liberty.” Woody Allen
yolunu şaşırmış bir gezgin
bakır tenli ruhsuz bir kadının
iç basamaklarından kıvrıla kıvrıla
tırmanıyor dudaklarına:
yankee, go home!
yankee, go home!
benim hiç aşkım olmadı, woody
yazmadım adını hiçbir yere
çünkü, aşklar karışırdı
kırbaç seslerine
özgürlük dediğin ne ki!
patlamaya hazır bağırsaklar,
birkaç yudum koka kola,
simgeler ve öteki…
belki de hiç biri
içi boş bir sözcük sadece
ama, taçlandırılmış…
köleler metal eritiyorlar,
kola içip metal eritiyorlar,
ben de metal eritiyorum, woody
tamponlar yapacağım
kanayan yerlerine
ruhsuz şu kadının:
yankee, go home!
yankee, go home!
dedim ya yolunu şaşırmış bir gezginim ben
dikilsem de ucunda parmaklarımın
ulaşamıyorum özgürlük alevlerine
yakamıyorum kahrolası
barış çubuğunu
ateşin var mı, woody!
İlyas Tunç
Ocak 2011, Sinop
Varlık Edebiyat ve Kültür Dergisi
Kasım 2011, sayı: 1250