Herkes İşinde Gücündeydi
İlyas Tunç: “Tüm yazma eylemlerinin temelinde, semantik ve morfolojik düzeyde sağlam cümle kurabilme yeteneği bulunduğuna inanıyorum.”
Mehmet Hanifi
Tıpkı çok iyi bir kurgunun, sağlam cümle kuramadığımız sürece, bizi iyi bir romancı yapmayacağı gibi ‘Şiirin düzyazıya çevrilmez’ yaklaşımına sığınarak, imgesellik yaratma kaygısıyla, anlamdan yoksun saçma sapan dizeler kurmak bizi iyi şair yapmaz.
Mehmet Hanifi: Kış Bir Alkış mıydı (Şiir-1992), Kül ve Kopuş (Şiir-1995), Fetüs Günlüğü (Şiir 2002), Savrulmalar (Şiir-2004), Sesler İncelikler (Şiir-2008), Karnaval (Şiir-2009), Hangi Şiir Onarır Şu Taşküreyi (Toplu Şiirler-2020); İtaatsiz Portreler (Deneme-2016), Örs-Nesnelerin Dili (Deneme-2021); Sessiz Yaşamın Şarkısı (Cai Tianxin, seçme şiirleri-2009), Çağdaş Güney Afrika Şiir Antolojisi (2013), Şairin Paltosu (Martin Espeda, Seçme Şiirler-2016), Hiçliğin Tanecikleri (Ingrid Jonker, Seçme Şiirler-2017), Çağdaş Nijerya Şiir Antolojisi (2018). Şiir, deneme ve çeviriden sonra Ocak ayında Herkes İşinde Gücündeydi romanın yayımlandı. Kitabın yazılma sürecinden bahseder misiniz? Biyografik Roman yazma fikri nasıl doğdu sizde?
İlyas Tunç: Romanın kahramanı Tarzan Kemal’le, metindeki adı Sinop’un Kemal’iyle, kente ilk geldiğim gün karşılaştım. Sırtında derme çatma bir küfe, küfesine yapıştırdığı, ‘yüzünü kendine çevir’ yazılı bir kâğıt, elinde bir davul, pazaryerinde dolaşan yarı çıplak bir adam. Kimse ona bakmıyor; onun da kimse umurunda değil. Hem halktan biri hem halkın ötesinde. Bu adam, Sinoplu Diyojen’in torunu olmalı, diyorum içimden. Kinik özelliği ağır basıyor; oysa stoik tarafı da var. Doğal hayatı kente taşımak isteyen bir pagan olduğunu iddia edenlere sözümüz yok; inatçı bir sivil itaatsiz olduğunu iddia edenlere de… Pazaryerindekiler, onu böyle değerlendirmiyor. Onlara göre, evet, o yarı çıplak bir Tarzan; hatta yüzüne karşı söyleyemeseler de, iyileşmez bir deli. Ayaküstü biriyle bir şeyler konuşur, sonra çeker gider. Konuştuğu şeyleri herkes tahmin edebilir; sigara içmeyiniz, çevrenizi temiz tutunuz, ağaçları kesmeyiniz, hayvanları seviniz, et yemeyiniz, güneşi kutsayınız… Onu yazmayı doğrusu pek düşünmemiştim. Ama, gördüğüm ilk günden itibaren kendisini her fırsatta gözlemleyecektim. Yazma düşüncesi ise, ölümünden sonra filizlenmeye başladı. Fiziksel yokluğunun kent ortamında yarattığı boşluğu, onun ruhsal varlığını zihinsel bir boyuta, kurgusal bir metne, taşıyarak doldurabilirdim. ‘Unutulup gitsin istemedim’ kaygısıyla yola koyulmadığımı, bu arada, belirtmeliyim. Asıl amacım, Sinop’un Kemal’ini, yazacağım roman vasıtasıyla, felsefi bir düzleme yerleştirmekti; böylece, antik bir kentin mekânlarında antik bir hava estirecektim. Sadece kahramanın duygu ve düşüncelerini değil, anlatıcı kılıfıyla bizzat kendi duygu ve düşüncelerimi de bu nedenle yansıttım. Amacımın ütopik olduğunun farkındayım. Yine de gerçekliğe ne derece dönüşeceğini zaman gösterecektir. Yazma sürecine gelince, yaklaşık iki yıllık bir zamanımı aldı. Süreç boyunca gözlemlerimden yola çıkmakla yetinmedim, onunla anısı olan herkese ulaşmaya da çalıştım. Yazmaya başlamadan önce ve yazarken ilgili felsefe okumaları yaptım. Çeşitli notlar aldım, dolaştığı yerleri dolaştım, fotoğraflarını edindim, belgeler topladım, belgesel filmlerini izledim. Tamamen biyografik bir roman denir mi, bilmiyorum. Kahramanının kent halkıyla etkileşim içinde olduğu psikocoğrafi bir roman da diyebiliriz, ‘yeni roman’ tarzına uygun bir roman da…
MH: Herkes İşinde Gücündeydi, bazen bir deneme tadında okunurken, bazen anlatının kıyısında dolaştırıyor okuru. Ama baştan sonuna kadar atmosferiyle, dünyasıyla, mekânlarıyla, karakteriyle bir romanın içinde olduğunu anımsar okur. Bu tablo içinde metninizi nerde konumlandırıyorsunuz?
İT: Haklısınız! Yer yer deneme tadında; hatta tamamen deneme denilecek metinler içeriyor. Bu, yazarın kişisel bir tercihi. Anlatı tadını veren şey ise, deneme türünde olduğu gibi, anlatıcının roman boyunca daha fazla konuşmasıyla bağlantılı. Evet, sonuçta bir roman; yaşanmış bir olayı ele almasıyla, maddi ve kültürel nesneleri betimlemesiyle, üslup kaygısı taşımasıyla, çevre olgusuna değinmesiyle, yarattığı karakterle… Ancak, Balzac tarzı roman geleneğine bağlı klasik bir roman olduğunu söyleyemem. Bölümler arası geçişler belirsiz; dolayısıyla, her bir bölüm, farklı bir konuyu ele aldığı düşünüldüğünde, ayrı birer öykü diye de okunabilir. Olay örgüsü, romanın geneline değil, bölümler içine ve birbirinden bağımsız olarak yayılmış. Zaman olgusu, kronolojik bir sıralamaya dayanmıyor. Ana karakter Sinop’un Kemal’i dışında diğer karakterlerin metne fazla bir katkısı yok. Anlatım biçimiyle, düşünsel içeriğiyle, psikocoğrafi izlenimleriyle, davranış betimlemeleriyle okuru dünyadaki yerini ve varlığını yeniden konumlandırmaya davet eden kurgusal bir metin. Metni adlandırmaktan ziyade, anlatmak istediğimiz şeye koşut bir dil, bir kurgu yaratıp yaratamadığımız da önemlidir sanırım. Üstelik, edebi türler arasındaki mesafeler gittikçe birbirine yaklaşıyorken…
MH: Herkes İşinde Gücündeydi, Tarzan Kemal’in babasıyla karşı karşıya gelmesiyle başlıyor. İlk kez otoriteyi reddediyor Tarzan Kemal ve soyunuyor babasının bahçesinde ve onun gözleri önünde. Onu böyle radikal davranmaya iten etmenler nelerdir?
İT: Roman, evet, babasının ona sorduğu tek kelimelik bir soruyla başlıyor: “Utanmıyor musun?” Sorunun geri planında, bir ayıp ya da suç aramaktan öte, sınıfsal bir yaklaşım var. Sinop’un Kemal’inin babası, varlıklı bir ağa, saygın bir eşraf sıfatıyla oğlunun ortakçılarının kızıyla evlenmesine taraftar değil. Aşkının sınıfsal bir bakış açısıyla sorgulanmasından son derece rahatsız oluyor Kemal. Duygusal sanılsa da, başkaldırısının temelinde insani bir akıl yürütme egemen. Yürüttüğü aklın peşinden giderek baba otoritesine karşı gerçekleştirdiği başkaldırıyı, devlet, din, ahlak, gelenek, töre gibi diğer otoritelere karşı da gerçekleştiriyor. Sinop’un Kemal’inin tercihi, dolayısıyla, bir cinnet anında ansızın yapılmış bir tercih değil; ömür boyu vazgeçilmeyeceği için üzerinde enikonu düşünülmüş bilinçli bir tercih. Zaten kendisine iki kez yöneltilen “Utanmıyor musun?” sorusunun ikisi de çıplaklıkla ilgisiz sorular. Sorulara, baba oğul sertçe tartıştıkları sırada, soyunmadan önce, maruz kalıyor Kemal. Sonunda “Utanmıyorum!” diye bağırıp odadan çıkıyor. Böyle gerçekleşiyor Kemal’in ilk başkaldırısı. Bahçeye inip orada çırılçıplak soyunması ise, ‘boşalmış bir zembereğin getirdiği sakinlikle’ alınmış bizzat iradi bir karar. Ağaçlara, kuşlara, börtü böceğe bakıyor; yerdeki solucana, salyangoza dokunuyor, güneşi kutsuyor, toprağı kokluyor.‘İyileştirici doğaya şükürler olsun’ diye dua ediyor. Doğadaki çıplaklığın kendisine yapılmış kutsal ve barışçıl bir davet olduğunu düşünüyor. Bütün sınıfsal ilişkilerin bu davete katılmakla mümkün olacağına inanıyor. İncir yaprağından evrimleşmiş o tek parça giysiyi son anda tekrar giymesine gelince, bu, bundan böyle sürdüreceği doğal yaşam tarzının içgüdüye değil, akla dayalı olacağının, minimalist anlamda kinik, Tüm Tanrıcılık anlamında stoik bir göstergesi. Daha öncesinden de doğa sevgisi taşıyor Sinop’un Kemal’i. Ama, sadece ziraat yapma düzeyinde; yoksa o gün doğadan aldığı ‘davet’ düzeyinde değil…
MH: Toplumdan kopuşu, doğaya yönelişi doğallıkla, sanki öncesinden bunun hazırlığını yapmış gibi gerçekleşiyor. Zorlanmıyor, umursamıyor. Tavrı tepkisel ve çatışmacı değil, savunma pozisyonuna düşmüyor. Et yemiyor. Soru sorulduğunda cevap veriyor, bir tehdit algıladığında çapasını kendini savunmak için kullanıyor. Kirpi mesafesini koruyor. Çocuklarla iletişim koruyor. Köpeklerle dost oluyor. Ağaçları iyileştirmeye çalışıyor. Bilgece tavırlar sergiliyor. Tarzan Kemal’i böyle davranmaya iten reflekslerinin felsefi ve düşünsel temelleri nelerdir, hangi kaynaklardan ilham alıyor ve besleniyor?
İT: Doğaya yönelişinin bir ön hazırlığı, biraz önce değindiğim gibi, sadece köyünde ziraat yapma düzeyinde var; ki bunu da zaten arkadaşına yazdığı bir mektupta dile getiriyor Sinop’un Kemal’i. Yüksek Ekonomi ve Ticaret Okulu’nu bitirmesine rağmen öğrenim gördüğü alanda çalışmıyor. Memur amir ilişkisine karşı; kapalı bir mekânda mesai yapmaya da, kravat takmaya da… Ne emir vermek ne emir almak istiyor. Kente yeni atanan yöneticileri yarı çıplak bir şekilde davul çalarak protesto ediyor. ‘Lüzumsuz adamlar’ olarak nitelendiriyor onları. Ancak, toplumdan kopuşu söz konusu değil Kemal’in; hatta, kent insanı tarafından son derece seviliyor, sayılıyor. ‘Kirpi mesafesini’ ısrarla korumasının nedeni, fiziksel bir güvenlik kaygısı yerine insanlarla kurduğu bağı dengede tutma kararlılığından kaynaklanıyor. Çapasını parkları, bahçeleri, tarlaları ayrık otlarından temizlemek için kullanıyor. Evet, yarı çıplak yaşam tarzını kent halkına kabullendirmeye çalıştığı ilk günlerde, bir iki fiziksel saldırıya uğraması nedeniyle çabasını saldırgana karşı, yalnızca onu korkutmak amacıyla, kaldırdığı doğru. Bu, anlatıcının dilinden kurgulanmış bir olay. Gerçek hayatında, ne insana ne hayvana karşı şiddete başvurmuş. Hasta ağaçları iyileştirmeye çalışan bir pagandan beklenen de budur zaten. Kent meydanlarında, caddelerde, pazaryerlerinde istemediği her hangi bir şeyi davul çalarak protesto eden kentli bir pagan Sinop’un Kemal’i. İlham aldığı kaynaklardan biri paganizm ise diğeri stoacılık; biri kinizm ise diğeri nudizm; biri aidiyetsizlik duygusu ise diğeri minimalizmdir.
MH: Tarzan Kemal’in yanı başından bir an olsun ayrılmayan merak böceği okura ne anlatmak istiyor?
İT: Kale surlarından kahvehanelere varıncaya kadar kentin başlıca mekânlarını gezen merak böceği, “Adam neden soyunmuş?” sorusuyla insanların beyinlerine girerek onlarda bir merak duygusu uyandırıyor. ‘Uzun uzun sorup uzun uzun çırpınmaktansa’ soruyu ‘Neden?’ diye kısaltıyor; bu kez de öznesi belirsiz soruya ilgisiz cevaplar alıyor. Kaygılanıyor da merak böceği; ‘insanlar soruyu cevaplamak yerine nedenleri halka gibi birbirine geçirir, son halkada karşılarına ilk neden çıkar, olmuş, olacak, oluyor olan her şey, nasılsa Tanrı denilen bu ilk neden tarafından belirleniyor düşüncesiyle özgür iradelerini kullanamazlar, ellerini kollarını kaldırmadan kaderlerine boyun eğerler diye…’Merak böceğinin kaygısı, Sinop’un Kemal’inin kaygısından başka bir şey değil. Onun Güneş’i kutsayan bir doğacı, bir pagan, bir kinik ya da hazza da acıya da kayıtsız bir stoik olduğu düşünüldüğünde, büyülü gerçekçi bir anlatımla dile getirilmiş bu duygular, gerçek hayatta bir karşılık buluyor. Başka bir bölümde kelebek kılığına giriyor merak böceği. ‘Kelebek Etkisi’ adlı söz konusu bölümde, Kemal için ‘seninki çıldırmış’ diyerek sevgilisi Kevser’e kötü haberi veriyor. Daha sonraki bölümlerde de merak böceğinin insanların beyinlerini kemirdiğine tanık oluyoruz. Onları kaderlerine boyun eğmemeye, düşünmeye teşvik eden bir metafor da diyebilirsiniz.
MH: Karadeniz’in, özellikle Sinop’un nükleer santral tehdidi altında olduğunu biliyoruz. Doğa tahrip edilmeye başlandı şimdiden, binlerce ağaç kesildi, bölge insanı tehdit altında. Tarzan Kemal, ekolojik dengenin bozulmasına tepki olarak mı doğdu? Tarzan Kemal ne yapmak istiyor?
İT: Nevi şahsına münhasır Sinop’un Kemal’inin doğayı koruma konusunda, örgütlü ilişkilere girmeksizin, bireysel davranması normaldir. Kentin bahçelerindeki, parklarındaki toprağı havalandırmak, ayrık otlarını biçmek, ağaçları aşılamak, kumsallardaki çöpleri temizlemek, yerdeki sigara izmaritlerini toplamak; hatta, tutup İstanbul’daki Barbaros heykelini yıkamak…‘Sığ sularda yavru balıkları’ okşayan, denize çırılçıplak giren, 1983’teki depremin ardından Sinop’tan kalkıp ta Erzurum topraklarına ağaç dikmeye giden Kemal’in doğa sevgisini, hobi olsun diye bahçıvanlık yapan, balkonlarında çiçekler yetiştiren, evlerindeki süs köpeklerine rengârenk giysiler giydiren insanların abartılı doğa sevgisinden ayırmak gerekir. Ülkemizde ‘ekolojik etik’ diye bir kavram telaffuz edilmeden önce, daha 1950’li yıllarda, bir çevre ahlakı ediniyor Sinop’un Kemal’i. Onun çevre ahlakı, doğaya karşı vicdanlı davranma, dürüst insan olma, kent belleğini koruma pratiğinden, ya da felsefi anlamda etikten, ayrı düşünülemez. Mevcut çevre hareketlerinin başarıya maalesef ulaşamamasının nedeni, etikten yoksun oluşudur. Sinop’un Kemal’inin etiğine ulaşmak ise, insanların bilincinde radikal bir değişim gerektirdiği için son derece zordur. Hayır, belki de çok basittir; arkadakinin deniz manzarası engellenmesin diye öndeki evin biraz eğilmesi gibi… Kentlerde birbirlerine saygı duymayan insanların doğaya saygı duymasını beklemek bir hayal olsa gerek. İnceburun mevkiinde nükleer santral uğruna kesilen binlerce ağaca gelince, Karakum yolu boyunca diktiği ağaçların altında sigara içilmesine bile tepki gösteren Kemal, nükleer santral projesine de, yaşasaydı, mutlaka tepki gösterirdi. Sinop’un Kemal’inin yapmak istediği biricik şey, yapmak istediği bütün şeyleri özetlercesine, mendireğin duvarına turuncu renkli bir boyayla yazdığı o sloganda anlamını buluyordu:
“Havai fişekleri değil, güneşin doğuşunu alkışlayın!”
MH: Roman yazan öykücüler var, öyküden romana geçişte zorlanmadıkları biliniyor ama şairlerin romana bulaşmasının ve roman yazmasının örnekleri pek yaygın değil. Şiirden sonra roman yazmak zor oldu mu sizin için?
İT: Tüm yazma eylemlerinin temelinde, semantik ve morfolojik düzeyde sağlam cümle kurabilme yeteneği bulunduğuna inanıyorum. Bu, bence sanıldığı kadar kolay bir iş değil. Tıpkı çok iyi bir kurgunun, sağlam cümle kuramadığımız sürece, bizi iyi bir romancı yapmayacağı gibi ‘Şiirin düzyazıya çevrilmez’ yaklaşımına sığınarak, imgesellik yaratma kaygısıyla, anlamdan yoksun saçma sapan dizeler kurmak bizi iyi şair yapmaz. Bu anlamda, ‘neyi’ yazacağım kaygısı taşısam da ‘nasıl’ yazacağım kaygısı taşımadığımı söyleyebilirim.‘Neyi’ yazacağım kaygısını ise, yazmaya başlamadan önce ve yazma süreci sırasında yaptığım okumalarla, edindiğim belgelerle, dinlediğim anılarla giderecektim. Roman, anlatı ya da öykü, sonuçta yazılmış bir metin. Metni iyi yazabildimse ne mutlu! Adlandırma, yine bence, pek önemli değil.
MH: Bu aralar neler yapıyorsunuz? Çalışmalarınız hakkında bilgi verir misiniz?
İT. Birkaç yıldır, dünya genelinde 20. yüzyılda yapılmış katliamlara ilişkin deneme tadında metinler yazıyordum. Dosyayı bitirdim. Umarım iyi bir yayıncı bulunur. Bunun dışında çocukluk izlenimlerimden oluşan kısacık öyküleri tamamlamak üzereyim. Kendi şiirimi uzun zamandır maalesef ihmal ettim; ama, şiir çevirisine devam ediyorum.
Söyleşi- 9 Mart 2022,oggito.com
yüzleşme
yeter artık tanrım, çek iplerimi!
niçin indirdin beni bu kanlı sahneye:
sehpalar, sopalar, on ikiden gülüşler…
yaşadım, yenildim işte! yara ve neşter
arasında bocaladım. çektim sineme
sır vermez acıları, vakitsiz ölümleri.
eylül mü? yalnızlığını fil şiirleriyle
paylaşan yaşlı bir şairin keyif çayı
mutluluğu! yasaların pişmanlığı! dile
getiremediğim sözlerle sanki paçayı
kurtarmak gibi bir şey! inanmak
belki de perdeye düşen gölgelere…
kurbanlarının postuna kurulduğumuz
bir çağın utancını taşımaktan yoruldum.
kaçtım kendimden. yurdumdan uzakta muz
cennetlerine tatile çıktım. üç maymun
oldum. unuttum, urgana un serdim.
açıldı rüzgarda deli gömleğim.
şimdi fondaki kahkahalara güdümlü
çocuklar gibi izlediğim filmi sarsam
geriye, dondursam kareleri, söyler mi Sam
amca topun çizgiyi geçip geçmediğini,
kimin çaldığını bu gol düdüğünü,
söyler mi ülkemin kaybettiğini.
ağrılar içinde sırtım, eklem yerlerim.
sahneye atılıyor bak sandalyeler,
alkışlar, protestolar, yuh sesleri…
yeter artık tanrım, çek iplerimi!
kale duvarlarında bir kertenkele
düşürüyor tarihin çürük dişlerini.
İlyas Tunç
tedirgin
vadiden akan toprağı tutacak
ağaç kalmadı
alıp götürüyorum yurdumun çocuklarını
dikiyoruz hep birlikte sevinçle
ama, söküyor onları biri
son günlerde
kara sularıma saplanan matkap benzeri
arkamdan kuyumu kazan biri
yüzüme gülen biri ya da
sırtlan gibi karanlıkta…
yurdumun çocukları!
hamarat kunduzları
taşkın derelerin!
söyleyin!
kırsam mı su geçirmez tabakayı
yol kıyılarına setler mi çeksem
kurukafa bir dövmeyle
göğsüme mi işlesem
tehlikeyi
vadiden akan toprağı tutacak
ağaç kalmadı
yağmurlar başlayacak
ne yapmalı!
İlyas Tunç
Eylül 2010, Sinop
Şiirden- İki Aylık Şiir Dergisi
Mayıs-Haziran 2011, sayı: 5
Zorba ve Çocuk
düşürüyor zorba
çay bardağını
elinden
tam da uzanıyorken fırçasına
yumuşacık bir fiskeyle
tuvaldeki kadına
son bir darbe
atayım diye
ama, ben ıslatıp parmağımı dilimle
topluyorum yerdeki can kırıklarını
sehpaların altından
kıyısından anıların
zorbanın yaşlı belleği
unutmuş görünüyor şimdi her şeyi
unutmuş görünüyor resim yapmayı
unutmuş görünüyor beslemediği
eren çocukları…
bir elin diğerini
yıkaması kadar
kolay değil
unutmak
yanmış olmalı zorbanın içi
unuturken geçmişini
İlyas Tunç
Ekim 2010, Sinop
Varlık Edebiyat ve Kültür Dergisi
Kasım 2010, sayı: 1238
iyiyim ya siz
gün boyunca gösterdiğim gereksiz incelik
korkunç bir düş oluyor uykuya dalınca
-iyiyim, ya siz!
çünkü, söz açmıyorum size ben
her şeyi sayılara dönüştüren
dijital yalnızlığımdan,
kulağıma iliştirdiğim şu ufacık küpeye
kısırlaştırılmış bir sokak köpeğinin
dik dik bakmasından…
söz açmıyorum yaşadığım acılardan,
yıkımlardan, yitiklerden, çok kötü şeylerden,
tavan arasına sakladığım yasak kitapların
bulunması korkusundan,
zorlanan kapılardan,
izlenen adımlardan…
mutsuzum!
midesindeki pet şişeyle kıyıya çekilmiş
aç bir martının duyumsadığı
tokluk duygusu gibi bir şey
benim mutsuzluğum…
söz açmıyorum daha başka şeylerden,
bildiğinizi düşünerek onları…
yeryüzü üzüyor beni,
amansız yerçekimi altında
inceliyorum ezile ezile
-iyiyim, ya siz!
İlyas Tunç
Eylül 2010, Sinop
Sincan İstasyonu Edebiyat Dergisi
Aralık 2010, sayı: 40
black widow
the shadow of the antenna falls through the roof window into the attic, into the mysterious, messy nest of our love. wooden fringe dividing the shade into two equal parts as if acting like a diameter of a circle. the other half stays on the tiles with the intent of hiding shits of seagulls, carcasses of flies. inside pendulums of spiders sparkling with the remnants of the noon sun, piles of dust, old versions of loneliness… and you! slender, your long legs, soft belly, your heart pounding in your body, your hairy, dark nostrils… suddenly you sink in your frisky claws in my nape. i struggle desperately:
kiss and kill me! kiss and kill me!
time flies by. window fringe turning into a beam to be tangent to the circle shaped shade. i make sense out of deepening dark, ever thickening belly of this clumsy guitar that i don’t have the heart to abandon, dolly birds, haunting sights of candlesticks… in a while the sun that bathed the hollow navel of the antenna will descend from the roof, and it is going to be replaced by the flapping sounds of the night butterflies. just started swimming of the head, sweating, exuviating… is it love? rescue knobs at the tips of your breasts! death: poisonous spurge of the mouth with no palate! sending away seagulls, i draw curtains:
kiss and kill me! kiss and kill me!
By İlyas Tunç (Translated from Turkish by Mesut Şenol)
Özgürlük Heykeli’ne Tırmanırken
“My love life is terrible. The last time I was inside a woman was when I visited the Statue of Liberty.” Woody Allen
yolunu şaşırmış bir gezgin
bakır tenli ruhsuz bir kadının
iç basamaklarından kıvrıla kıvrıla
tırmanıyor dudaklarına:
yankee, go home!
yankee, go home!
benim hiç aşkım olmadı, woody
yazmadım adını hiçbir yere
çünkü, aşklar karışırdı
kırbaç seslerine
özgürlük dediğin ne ki!
patlamaya hazır bağırsaklar,
birkaç yudum koka kola,
simgeler ve öteki…
belki de hiç biri
içi boş bir sözcük sadece
ama, taçlandırılmış…
köleler metal eritiyorlar,
kola içip metal eritiyorlar,
ben de metal eritiyorum, woody
tamponlar yapacağım
kanayan yerlerine
ruhsuz şu kadının:
yankee, go home!
yankee, go home!
dedim ya yolunu şaşırmış bir gezginim ben
dikilsem de ucunda parmaklarımın
ulaşamıyorum özgürlük alevlerine
yakamıyorum kahrolası
barış çubuğunu
ateşin var mı, woody!
İlyas Tunç
Ocak 2011, Sinop
Varlık Edebiyat ve Kültür Dergisi
Kasım 2011, sayı: 1250
DİJOJEN’DEN DAHA SİNOPLU BİR KİNİK: DOĞACI KEMAL
DİYOJEN’DEN DAHA SİNOPLU BİR KİNİK: DOĞACI KEMAL
Özgürlük, bir varoluş biçimidir. Düşünme ve düşündüğünü gerçekleştirmeyle anlam kazanır. Bu, dışımızdaki herhangi bir kontrol mekanizmasından bağımsız bir eylemdir. Birey olmak, toplumsal devinimi engelleyen geleneklerle bağları koparıp özgür davranmaktan geçer. Ancak, özgür bireyler kendi tarihlerini yazabilirler. Otoriteye rağmen kendi tarihini yazmak cesaret ister. Sinoplu Diyojen’in Büyük İskender’e ‘gölge etme başka iyilik istemem’ dediği durumdaki gibi…
Sinoplu Diyojen yaşadı ve öldü; İskender de… Diyojen’den geriye bir felsefe kaldı, İskender’den ise yıkılmış kaleler, kılıçtan geçirilmiş insan kemikleri… Diyojeni görmedim, İskender’i görmeyi zaten istemezdim. Diyojen’den yüzyıllarca sonra Sinop’ta yaşayan bir kinik daha vardı. Yalnızca kinik değil aynı zamanda bir sivil itaatsiz, yorulmaz bir doğacı, bir pasif direnişçi… O da öldü! Sinoplular Tarzan Kemal derlerdi. Fakat, o bu ismi sevmez, kendisine Doğacı Kemal denmesini isterdi. Anısına saygıyla ben de böyle hitap etmek istiyorum.
Doğacı Kemal; sırtında ufacık bir torba, torbaya asılı bir kazma, elinde bir davul ya da akordeon, arkasında üç-beş köpekle, bronz tenli, yakışıklı, yarı çıplak bir adam…
Bir bakarsınız Karakum’da kavak fidanları dikiyor, bir bakarsınız Tersane’deki kasaplardan köpeklerine kemik alıyor, bir bakarsınız Kumkapı sularında çırılçıplak kulaç atıyor ya da pazaryerinde davul çalıyordur…
İnsanlarla pek konuşmazdı Doğacı Kemal. Birkaç cümleyle mesajını verip giderdi. Bu mesafeli yaklaşımının temelinde belki de M. Watt’ın “Kötülüğü pasifçe kabullenen kişi, onun kalıcılaşması için uğraşan kişi kadar kötülüğe bulaşmış demektir” sözleri yatıyordu. Yaşadığı sürece onunla konuşmaya cesaret edemedim. Öyle ya, ben de iyi insan sayılmazdım! Her şeyden önce birey olamamıştım! Politikayla, dinle, gelenekle, töreyle, kokuşmuş değerlerle beslenen toplumun önemsiz bir parçasıydım. Oysa, iyi insan olmak, kendi iç bağımsızlığımızın sesini dinlemekle mümkündü. Hiçbir otoriteye boyun eğmeden; en kutsalı baba otoritesine bile…
Çıplaklığıyla ilgili çeşitli söylentiler dolaşır. En yaygın olanı, askerlik dönüşü sevdiği kızın istenmemesi üzerine babasıyla yaptığı tartışmaya dayanıyor. Varlıklı, saygın bir aileye yoksul bir hizmetçi kızı… ‘Olacak iş mi! Oğlum, hiç mi utanmıyorsun? Elalem bize ne der!’ gibi sözler. Sonra, onun ‘utanmıyorum’ diyerek kendini çırılçıplak sokağa atışı… Bilinçli bir tercih! Ömür boyu yaşam biçimine dönüşecek olan bilinçli bir tercih!
Doğacı Kemal, giysinin bir fazlalık olduğunu düşünür; insanla doğal varoluşu arasında bir engel olduğunu… Çıplaklık, saflıktır. İşte, ben böyleyim demektir! O, doğanın bedenlerimize nüfuz etmesini ister. Güneşe saygı duymak gerekir, denize, ağaçlara, kuşlara da… Doğacı Kemal’in ahlâk anlayışı ekolojiktir. İnsan dışındaki varlıklara duyarsız kalan geleneksel ahlâkı onaylamaz. Otorite, mahremiyet karşısında ikiyüzlüdür; bir yandan örtünmeyi yasallaştırır diğer yandan üzerini aramak ya da işkence etmek amacıyla insanı çırılçıplak soyar. Doğacı Kemal, ikiyüzlü otoriteye karşı sarsılmaz bir iradeyle kendi meşruluğunu kendisi sağlamıştır. Örneğin, yaşam tarzıma müdahale etme mesajını vermek için valileri karşılama töreninde yarı çıplak bulunurdu.
Doğacı Kemal, Sinoplu Diyojen’le aynı topraklarda doğdu; Sinop’ta, 1925 yılında Erfelek’in Karaca Köyü’nde… Doğduğunda Diyojen öleli 2248 yıl olmuştu. O da yazılı eserler bırakmadı. Ama, ikisi de erdemin düşünceleri eyleme geçirmekte olduğunu biliyordu. İkisi de mülkiyet duygusundan yoksundu. İkisi de para, pul, kariyer, şan, şöhret gibi değerleri doğaya aykırı buldu. Biri bir fıçıda yaşadı, diğeri yıkıldı yıkılacak, ahşap baba evinde… Diyojen’in tek mülkiyeti ufacık bir tastı, çocukların avuçlarıyla su içtiğini görünce onu da atıverdi. Doğacı Kemal’in kazması, orağı ve davulundan başka bir şeyi yoktu. Pazar yerinde davulunu çalar, istemediği durumları protesto ederdi. Nisi Köyü’nün girişindeki bir duvara şunları yazmıştı:
Kuzu bebektir, kesilmez!
Etyemezdi Doğacı Kemal, Sinoplu Diyojen de… Oysa, Diyojen’e ‘dile benden ne dilersen’ diyen Büyük İskender, hüküm sürdüğü çağda kim bilir ne kuzular kesmişti! Et yemeyen başkaları da vardı: Mahatma Gandi, Martin Luther King, Henry David Thoreau…
Gandi, pasif direniş eylemleriyle Hindistan’ı bağımsızlığına kavuşturdu. Yurttaş hakları savunucusu King, Amerikalı siyahlara uygulanan Jim Crow Yasaları’nın yürürlükten kalkmasını sağladı. Thoreau, Meksika Savaşı gerekçesiyle vergi ödemeyi reddetti. Sivil İtaatsizlik adlı makalesi Gandi’ye ve diğer sivil itaatsizlere esin kaynağı oldu. Doğacı Kemal de esinlendi mi bilmiyorum; ama o da bir sivil itaatsizdi. Ancak, Mahatma Gandi, M. Luther King gibi liderlik vasfı yoktu; ne de Henry Thoreau gibi makaleler yazmıştı. Liderlik vasfı olsa belki Gandi ve King gibi bir suikastin kurbanı olacaktı.
Doğacı Kemal’i sivil itaatsiz yapan şey, barışçıl olmasıydı. Protestoları şiddet içermezdi. Bu protestolar, hukuk devleti düşüncesine zarar verecek türden değildi. Çiğnediği yasanın yaptırımına katlanması gerektiğini biliyordu. Aslında, çiğnediği yasa falan da yoktu. Yalnızca, insanın doğaya karşı geliştirdiği gereksiz kurallardan rahatsızdı. Protestolarını sözle değil, davuluyla yaptığı için kimse neyi protesto ettiğini bilmezdi. Ama, protesto ettiği bir şey mutlaka olurdu. Örneğin, yıllar önce diktiği ağaçların altında oturmazdı. Çünkü, gençler orada sigara içiyordu. Müthiş bir sigara düşmanıydı Doğacı Kemal. Kola içilmesine de karşıydı. Bu, Amerika’nın kasasını zenginleştirmek demekti. Niçin çıplak gezdiğini insanların hâlâ anlamadıklarından şikâyetçiydi.
Dinsel inanç konusunda panteist düşünceler taşır Doğacı Kemal. Ona göre doğa, en kutsal ibadet mekânıdır. Kutsal mekânlara tecavüz etmek; yani, ormanları katletmek, derelerin yatağını değiştirmek, nükleer santraller kurmak, hem suçtur hem kendini yok etmektir. Ölümün beşeri yasalardan daha adil olduğunu savunur. Çünkü, varlıklı, yoksul, efendi, köle, imam, cemaat demeden herkesi eşitler ölüm. Bir gün evinin bahçesinde ölü bulundu gerçek ismiyle Sinopluların Kemal Koca abisi; 2004 yılıydı… Kalp krizi geçirmişti. Sormak isterdim ilk ve son kez:
-Kemal abi, nereye?
-Çukurbağ’a, güneşle denizin sonrasız dansını izlemeye…
Yüksek İktisat Ve Ticaret Mektebi’ni bitirmişti. Ama, diplomasını bile almadı. Mülkiyet duygusu olmayanın ticaretle ne ilişkisi olabilirdi ki! İnsanın fiziksel ihtiyaçları için özel bir çaba harcaması gereksizdi. Gider, güvendiği birinin kapısında bir tas çorba içer, çamaşırlarını yıkamak için ufacık bir kazan isteyebilirdi. Nasılsa, suyu ısıtacak ateşi yakmasını biliyordu! Teknolojiden geriye doğru gidildiğinde sadece ateş kalmaz mıydı? Ateşe yürümek isterdi Doğacı Kemal; bir imkânsızlık, bir çılgınlık olsa da…
Çılgınlıktı; çünkü, “çiçek istemiyorum; biliyorum, ormandan koparacaksınız” diyen Brezilyalı doğa eylemcisi Reberio de Silva ve karısı öldürülmüştü. Çılgınlıktı; çünkü, Gezi Direnişi kurbanı Ethem’in babası Muzaffer Sarısülük, yirmi beş yıldır insanlardan, teknolojiden uzak yaşıyordu. Çılgınlıktı; çünkü, Julia Butterfly Hill, orman katliamına engel olmak için tırmandığı 1000 yıllık bir kızılağaçtan iki yıl boyunca hiç yere inmemişti. Evet, çılgınlıktı…
Doğacı Kemal de çılgındı. Hatta, Platon’un Diyojen’i tanımladığı gibi o da bir Çılgın Sokrat’tı. Ömrü boyunca namuslu ve erdemli yaşadı. Sürü insana, bize birey olabilmeyi öğretti; hiç sezdirmeden… Gitti, Sarıkum’da kaplumbağalarla konuştu, geldi Aşıklar Caddesi’nde kızlı erkekli gençlerle… Fakat, en çok kaplumbağalar, kurbağalar dinledi onu; kertenkeleler, yılkı atları, su yosunları dinledi…
Diyojen, henüz çocukken ailesiyle birlikte Sinop’tan Atina’ya sürgün edildi. Atinalılar ona “Sinoplular, seni buraya, Atina’ya sürdüler” deyince “Ben de onları Sinop’ta kalmaya mahkûm” ettim diyecekti. Doğacı Kemal, Sinop’ta doğdu, Sinop’ta öldü.
Sinoplu Diyojen’den daha Sinoplu bir kinikti.
İlyas Tunç
SOL Gazetesi, 11 Aralık 2013, Çarşamba