close

DİJOJEN’DEN DAHA SİNOPLU BİR KİNİK: DOĞACI KEMAL

DİYOJEN’DEN DAHA SİNOPLU BİR KİNİK: DOĞACI KEMAL

Özgürlük, bir varoluş biçimidir. Düşünme ve düşündüğünü gerçekleştirmeyle anlam kazanır. Bu, dışımızdaki herhangi bir kontrol mekanizmasından bağımsız bir eylemdir. Birey olmak, toplumsal devinimi engelleyen geleneklerle bağları koparıp özgür davranmaktan geçer. Ancak, özgür bireyler kendi tarihlerini yazabilirler. Otoriteye rağmen kendi tarihini yazmak cesaret ister. Sinoplu Diyojen’in Büyük İskender’e ‘gölge etme başka iyilik istemem’ dediği durumdaki gibi…

Sinoplu Diyojen yaşadı ve öldü; İskender de… Diyojen’den geriye bir felsefe kaldı, İskender’den ise yıkılmış kaleler, kılıçtan geçirilmiş insan kemikleri… Diyojeni görmedim, İskender’i görmeyi zaten istemezdim. Diyojen’den yüzyıllarca sonra Sinop’ta yaşayan bir kinik daha vardı. Yalnızca kinik değil aynı zamanda bir sivil itaatsiz, yorulmaz bir doğacı, bir pasif direnişçi… O da öldü! Sinoplular Tarzan Kemal derlerdi. Fakat, o bu ismi sevmez, kendisine Doğacı Kemal denmesini isterdi. Anısına saygıyla ben de böyle hitap etmek istiyorum.

Doğacı Kemal; sırtında ufacık bir torba, torbaya asılı bir kazma, elinde bir davul ya da akordeon, arkasında üç-beş köpekle, bronz tenli, yakışıklı, yarı çıplak bir adam…

Bir bakarsınız Karakum’da kavak fidanları dikiyor, bir bakarsınız Tersane’deki kasaplardan köpeklerine kemik alıyor, bir bakarsınız Kumkapı sularında çırılçıplak kulaç atıyor ya da pazaryerinde davul çalıyordur…

İnsanlarla pek konuşmazdı Doğacı Kemal. Birkaç cümleyle mesajını verip giderdi. Bu mesafeli yaklaşımının temelinde belki de M. Watt’ın “Kötülüğü pasifçe kabullenen kişi, onun kalıcılaşması için uğraşan kişi kadar kötülüğe bulaşmış demektir” sözleri yatıyordu. Yaşadığı sürece onunla konuşmaya cesaret edemedim. Öyle ya, ben de iyi insan sayılmazdım! Her şeyden önce birey olamamıştım! Politikayla, dinle, gelenekle, töreyle, kokuşmuş değerlerle beslenen toplumun önemsiz bir parçasıydım. Oysa, iyi insan olmak, kendi iç bağımsızlığımızın sesini dinlemekle mümkündü. Hiçbir otoriteye boyun eğmeden; en kutsalı baba otoritesine bile…

Çıplaklığıyla ilgili çeşitli söylentiler dolaşır. En yaygın olanı, askerlik dönüşü sevdiği kızın istenmemesi üzerine babasıyla yaptığı tartışmaya dayanıyor. Varlıklı, saygın bir aileye yoksul bir hizmetçi kızı… ‘Olacak iş mi! Oğlum, hiç mi utanmıyorsun? Elalem bize ne der!’ gibi sözler. Sonra, onun ‘utanmıyorum’ diyerek kendini çırılçıplak sokağa atışı… Bilinçli bir tercih! Ömür boyu yaşam biçimine dönüşecek olan bilinçli bir tercih!

Doğacı Kemal, giysinin bir fazlalık olduğunu düşünür; insanla doğal varoluşu arasında bir engel olduğunu… Çıplaklık, saflıktır. İşte, ben böyleyim demektir! O, doğanın bedenlerimize nüfuz etmesini ister. Güneşe saygı duymak gerekir, denize, ağaçlara, kuşlara da… Doğacı Kemal’in ahlâk anlayışı ekolojiktir. İnsan dışındaki varlıklara duyarsız kalan geleneksel ahlâkı onaylamaz. Otorite, mahremiyet karşısında ikiyüzlüdür; bir yandan örtünmeyi yasallaştırır diğer yandan üzerini aramak ya da işkence etmek amacıyla insanı çırılçıplak soyar. Doğacı Kemal, ikiyüzlü otoriteye karşı sarsılmaz bir iradeyle kendi meşruluğunu kendisi sağlamıştır.  Örneğin, yaşam tarzıma müdahale etme mesajını vermek için valileri karşılama töreninde yarı çıplak bulunurdu.

Doğacı Kemal, Sinoplu Diyojen’le aynı topraklarda doğdu; Sinop’ta, 1925 yılında Erfelek’in Karaca Köyü’nde… Doğduğunda Diyojen öleli 2248 yıl olmuştu. O da yazılı eserler bırakmadı. Ama, ikisi de erdemin düşünceleri eyleme geçirmekte olduğunu biliyordu. İkisi de mülkiyet duygusundan yoksundu. İkisi de para, pul, kariyer, şan, şöhret gibi değerleri doğaya aykırı buldu. Biri bir fıçıda yaşadı, diğeri yıkıldı yıkılacak, ahşap baba evinde… Diyojen’in tek mülkiyeti ufacık bir tastı, çocukların avuçlarıyla su içtiğini görünce onu da atıverdi. Doğacı Kemal’in kazması, orağı ve davulundan başka bir şeyi yoktu. Pazar yerinde davulunu çalar, istemediği durumları protesto ederdi. Nisi Köyü’nün girişindeki bir duvara şunları yazmıştı:

Kuzu bebektir, kesilmez!

Etyemezdi Doğacı Kemal, Sinoplu Diyojen de… Oysa, Diyojen’e ‘dile benden ne dilersen’ diyen Büyük İskender, hüküm sürdüğü çağda kim bilir ne kuzular kesmişti! Et yemeyen başkaları da vardı: Mahatma Gandi, Martin Luther King, Henry David Thoreau…

Gandi, pasif direniş eylemleriyle Hindistan’ı bağımsızlığına kavuşturdu. Yurttaş hakları savunucusu King, Amerikalı siyahlara uygulanan Jim Crow Yasaları’nın yürürlükten kalkmasını sağladı. Thoreau, Meksika Savaşı gerekçesiyle vergi ödemeyi reddetti. Sivil İtaatsizlik adlı makalesi Gandi’ye ve diğer sivil itaatsizlere esin kaynağı oldu. Doğacı Kemal de esinlendi mi bilmiyorum; ama o da bir sivil itaatsizdi. Ancak, Mahatma Gandi, M. Luther King gibi liderlik vasfı yoktu; ne de Henry Thoreau gibi makaleler yazmıştı. Liderlik vasfı olsa belki Gandi ve King gibi bir suikastin kurbanı olacaktı.

Doğacı Kemal’i sivil itaatsiz yapan şey, barışçıl olmasıydı. Protestoları şiddet içermezdi. Bu protestolar, hukuk devleti düşüncesine zarar verecek türden değildi. Çiğnediği yasanın yaptırımına katlanması gerektiğini biliyordu. Aslında, çiğnediği yasa falan da yoktu. Yalnızca, insanın doğaya karşı geliştirdiği gereksiz kurallardan rahatsızdı. Protestolarını sözle değil, davuluyla yaptığı için kimse neyi protesto ettiğini bilmezdi. Ama, protesto ettiği bir şey mutlaka olurdu. Örneğin, yıllar önce diktiği ağaçların altında oturmazdı. Çünkü, gençler orada sigara içiyordu. Müthiş bir sigara düşmanıydı Doğacı Kemal. Kola içilmesine de karşıydı. Bu, Amerika’nın kasasını zenginleştirmek demekti. Niçin çıplak gezdiğini insanların hâlâ anlamadıklarından şikâyetçiydi.

Dinsel inanç konusunda panteist düşünceler taşır Doğacı Kemal. Ona göre doğa, en kutsal ibadet mekânıdır. Kutsal mekânlara tecavüz etmek; yani, ormanları katletmek, derelerin yatağını değiştirmek, nükleer santraller kurmak, hem suçtur hem kendini yok etmektir. Ölümün beşeri yasalardan daha adil olduğunu savunur. Çünkü, varlıklı, yoksul, efendi, köle, imam, cemaat demeden herkesi eşitler ölüm. Bir gün evinin bahçesinde ölü bulundu gerçek ismiyle Sinopluların Kemal Koca abisi; 2004 yılıydı… Kalp krizi geçirmişti. Sormak isterdim ilk ve son kez:

-Kemal abi, nereye?

-Çukurbağ’a, güneşle denizin sonrasız dansını izlemeye…

Yüksek İktisat Ve Ticaret Mektebi’ni bitirmişti. Ama, diplomasını bile almadı. Mülkiyet duygusu olmayanın ticaretle ne ilişkisi olabilirdi ki! İnsanın fiziksel ihtiyaçları için özel bir çaba harcaması gereksizdi. Gider, güvendiği birinin kapısında bir tas çorba içer, çamaşırlarını yıkamak için ufacık bir kazan isteyebilirdi. Nasılsa, suyu ısıtacak ateşi yakmasını biliyordu! Teknolojiden geriye doğru gidildiğinde sadece ateş kalmaz mıydı? Ateşe yürümek isterdi Doğacı Kemal; bir imkânsızlık, bir çılgınlık olsa da…

Çılgınlıktı; çünkü, “çiçek istemiyorum; biliyorum, ormandan koparacaksınız” diyen Brezilyalı doğa eylemcisi Reberio de Silva ve karısı öldürülmüştü. Çılgınlıktı; çünkü, Gezi Direnişi kurbanı Ethem’in babası Muzaffer Sarısülük, yirmi beş yıldır insanlardan, teknolojiden uzak yaşıyordu. Çılgınlıktı; çünkü, Julia Butterfly Hill, orman katliamına engel olmak için tırmandığı 1000 yıllık bir kızılağaçtan iki yıl boyunca hiç yere inmemişti. Evet, çılgınlıktı…

Doğacı Kemal de çılgındı. Hatta, Platon’un Diyojen’i tanımladığı gibi o da bir Çılgın Sokrat’tı. Ömrü boyunca namuslu ve erdemli yaşadı. Sürü insana, bize birey olabilmeyi öğretti; hiç sezdirmeden… Gitti, Sarıkum’da kaplumbağalarla konuştu, geldi Aşıklar Caddesi’nde kızlı erkekli gençlerle… Fakat, en çok kaplumbağalar, kurbağalar dinledi onu; kertenkeleler, yılkı atları, su yosunları dinledi…

Diyojen, henüz çocukken ailesiyle birlikte Sinop’tan Atina’ya sürgün edildi.  Atinalılar ona “Sinoplular, seni buraya, Atina’ya sürdüler” deyince “Ben de onları Sinop’ta kalmaya mahkûm” ettim diyecekti. Doğacı Kemal, Sinop’ta doğdu, Sinop’ta öldü.

Sinoplu Diyojen’den daha Sinoplu bir kinikti.

İlyas Tunç

SOL Gazetesi, 11 Aralık 2013, Çarşamba

close

Poetic Knowledge

 

                 I know ferns are green, the orange is fuschia, and the blood is red…

This is so because I saw; once we see a thing we will not forget it. Humans differ from other living things since they can acquire knowledge beyond senses. The past and the future are nothing but a design. The blood of the birds is also red yet they cannot draw an orange. Our intellect giving meaning to sensual stimuli seems to be the most dexterous painter. There are colors of other objects even of concepts. The colors of patience, pain, fury and joy could only be recognized by poets. Metin Altıok was saying:

                  “I dyed meticulously the thread of love

                 The wounded color of going but not finding it there”

                 Even though you scan the Rainbow, you cannot see the color of going but not finding it there; it is not a real thing. Being unreal does not mean it does not exist. Numbers, geometrical shapes, prepositions do not appear; nevertheless we can acquire their knowledge. Our mind dismantles everything it grasps and condemns them to abstraction.  Chlorophyll gives the green color feature to the leaves. The Interior Angles of a Triangle add up to 180°. Water is composed of molecules of hydrogen and oxygen…

                 Knowing about these does not give us pleasure. Our knowledge creates a sentimental transformation only as long as it is digested through imagery.  Someone might say that you would win if you know that chlorophyll gives leaves the green color. In this case I would tell them that the cause of my joy would not be the knowledge but the monetary award of the competition.  Aesthetical enjoyment is something indirect. The fact that every poetry reading would give away its diversified pleasure means a testimony to the constant transformation of its organic texture. We would get from it a sense of value, not a profit. The humans who possess the sense of value would forsake immediate gains for the sake of beauties.

                 The beauty of poetry is hidden in the color of the imagery texture.

                 Imageries are subjective, and they forge as a result of the poet’s active attitude while perceiving the objects. To the objects poets attribute characteristics that are not in their own substance. All metaphors, illusions, similes are created consciously. This does not mean that poetry misinforms us. Everything within the realm of design can be transformed into an object of knowledge. Poetical knowledge belongs only to its own subject, and it cannot be transferred, verified.  Incorrectness stems from mixing the objective reality with poetical reality. Poetry ought to show as if the impossible actions are plausible. The poet could have said as follows:

                 ‘I meticulously dyed the thread of love red.’

                 Magic spell is gone; this so because we made the line rational. Rationality is a method employed by humans to feel secure as opposed to incongruous thoughts, odd scenes, unconventional shapes, colors, odors, taste. This way we would have a close call with freaking out.

                 Poetry means wildness!                           

                 The language of wildness is something illogical; in its poetry. The mind separates and analyses; but it does not penetrate. To penetrate, intuition is needed. Intuition is a knowledge competence like the mind and instinct. It comes before mind; yet it is not an independent capacity from the mind. Instinct is an organic feature; it gets rid of the distance, it sends the mind away. But the one that creates imageries is nothing but the mind by which subject and object diverge from each other. If there is no distance neither the designing. The explored locations should have lost their magic spell; just as the moon. Creating an imagery means switching from mechanical running of our intellect to thought deviations and jumps. Writing is a different action than comprehending. To grasp the thing through intuition which was brought out by the mind seems to be a paradox peculiar to poetry. The language falls short in explaining what is comprehended.

                 Poetical knowledge would not serve the will of the reader. One enters the water naked. The reader can penetrate into the poem better provided that he or she would eliminate prejudices. The poem ends and the emotion stays on. Recollection, the effect of the poetry is as deep as the emotion’s trail. This emotional trail constitutes the poetical knowledge. Instead of what did you learn question, the reader should be asked the following questions:

–   What did you feel?

–   I trembled like ferns…  

                 This is the situation Louis Aragon depicted:  “In poetry of which substance is a hurricane, every single imagery should spawn a cyclone. Cyclones cannot be identified; they are experienced. There: fear, apprehension, joy, death, loneliness reign; everybody is privately with their adventures. Auditory power of the words is more effective than their meanings. Every word heard does retrieve psychological events staying in our conscious. That is why “The wounded color of going but not finding it there” would not be only a line but the whole life of the reader.

                 Poetry gives us knowledge of life…

İlyas Tunç

Translated from Turkish by Mesut Şenol

Akatalpa Monthly Literature Magazine, December 2003, Issue: 48

close

ORDU: Golibices (Cormorants), Violets, Bay-Windowed Houses…

At that time, the wooden house where I was born had a view of the sea, and this house remaining from the Turkish Greeks was in cobble stoned Sıtkı Can Street… By the sea there were not many multi-story concrete buildings. All day long we used to play ball in the sand stretching from Taşbaşı Church to the exquisite kiosk right in front of the old Governor mansion. I was one of the kids who broke the windows by their long kicks of the houses which appear in the foreground of the pictures of Ordu with Boztepe view taken in 1960’s. Even one of those who pilfered plums from the gardens of those houses… Today those houses do not exist, neither does that fine kiosk! Though the old governor mansion is still standing, the aroma does not come anymore from the magnolia tree of its garden. The green jeeps that used to climb up to Boztepe from Sıtkı Can Street have become already scrap. Incidentally, I have to mention here that the man who gave his name to our street, an educator, researcher and writer, Sıtkı Can (1904-1958) did publish Yeşilordu Magazine as a publication of Ordu Halkevi (People’s House).

The memory of the cities can only be maintained by their architectural texture. In the 1960’s the architectural characteristics of Ordu used to be made of wooden houses. Most of those houses used to remain from the years of the population exchange. Zaferi Milli Mahallesi (Neighborhood) used to be called Ermeni Mahallesi (Armenian Neighborhood). With the very few Armenian friends of ours we used to play matches in the backyards of İsmet Paşa and Cumhuriyet primary schools, and perhaps due to the softness of the wood, there were no quarrels among us. Moreover, Greeks who migrated during the population exchange years used to come from Greece to their land of birth, and the Ordu folks used to visit their friends in Greece too.

One of my childhood streets was Menekşe Sokak (Violet Street). The Taşbaşı Church used to be a half-open prison. While walking towards Tabyabaşı, I watched from above the prisoners playing volleyball in the backyard of the Church used to give us a different sensation mixed with dolefulness. Tabyabaşı was a promenade known by the local folks as ‘lovers’ road’ right before the seashore road was opened. This is just Tabyabaşı as in the line of the folk song ‘Three girls at Tabyabaşı are side by side / One of them made eyes at me…’ Then the rock group founded by the youth of the Tabyabaşı used to enchant the guests of the wedding ceremonies at Gülistan Hotel and the People’s Education Center. To listen to the 45 records at the teahouses by the sea used to be a different passion. It was not only us to lend an ear to those songs but also golibices (cormorants) unpredictable ones where they would come up in the water were included in the audience. İddia (Betting), Loto and other digital lottery games did not exist then. Nevertheless to place a bet on where golibices (cormorants) would surface didn’t harm anybody.

Ordu Municipal Black Sea Theatre, which opened its curtains in 1965 with a play called Hülleci (A Man Taking in Part of a Deceitful Marriage) used to be the main artery of the cultural life of the city as it’s today. With its full house full movies, Millet (People) Cinema, Yıldız Bahçe (Star Garden) and İnci Bahçe (Pearl Garden) were two other summer cinemas. Criers carrying wooden panels with posters attached on them used to pass the streets by shouting out ‘Colored-Turkish Cinemascope two Movies at once.’  Who else used to go by: knife-grinders, junk-dealers, watchmen, dyers, paper kids, gypsy women… Yes, gypsy women creaking like bellows lacking oil: Tinsmith is heeereee! There was an older man selling candied rusters. He used to walk with a glass covered box on his arm where he fitted his rooster shaped candies. Football was as always one of indispensable indulgence. We used to anxiously wait for the weekly Fotospor magazine. The sportsmanship consciousness of Orduspor fans alongside with its female supporters had been forged even at that time.

When you take a look from Boztepe in the years of the 1960’s, one could not see anything but Taşbaşı, Zaferi Milli, Düz Mahalle, Saray, Azizye and Selimiye neighborhoods. The Ordu High School from which I graduated was very far away from the beach and soybean factory. In front of the mayor’s Office, there were two wooden piers approx. 300 meters apart from each other. Fishing boats used to dock at these piers. To salt anchovies in olive oil cans used to be indispensable part of our culinary culture. In those years passenger ships such as Aksu, Tarı or Cumhuriyet (Republic) used to get to Ordu. Ships used to wait offshore, and the passengers used to be transported from these piers by boats. I never forget the day when we waited for my aunt coming from Istanbul with great distress since the boats were not able to sail in a very stormy sea. Had she been alive today, this woman of Republic could have set a very good example for today’s young girls in terms of her dressing, ideas and mannerism.

Squares, parks, green areas make up a city’s lungs for life. Unfortunately Ordu is a city without a square. The area before the Provincial Palace used to be called as People’s Plain just like a square. People’s Plain according to the sources was a square constructed by Ataturk’s order in 1924 after its sand and wet clay was cleared by a tram line. This square used to be integrated with the historical, stone buildings in Saray (Palace) neighborhood. Some of stone buildings are still standing. Yet the ones not used as official buildings should be given some functionality. People’s Plain in time turned into a vegetable market. Loin clothed village women used to carry their produce, fruits and vegetables in their baskets called ‘Şelek’ made out of hazelnut branches to sell here. Yogurt was put not in plastic boxes but in copper buckets. It was possible to find ‘high plateau beet’ in the market. In summers it was high time to get to the high plateau called Çambaşı where ‘our firewood would not burn.’ This high plateau once decorated with shingle roofed houses has become a victim to concrete as the other Black Sea high plateaus experience.

Promenade by the sea used to be used during hazelnut season as a harvest place. The hazelnuts collected from the orchards close to the city center used to be spread out here for drying. Its shell used to be burnt in stoves, its embers taken from stoves used to be put on braziers. In every household there were one or several copper braziers. On a tripod mount placed in the brazier coffee and even dishes were cooked. The most popular place of the houses was the kitchen. The coverings laid on the couches by the windows used to reflect the elaborateness of the life style of that time. In that life style there was no room for turbans or veils. In fact, women at that time used to do whatever is required from them in terms of their belief. Perhaps the capital was not as globalized as today! Hazelnut tradesmen of the national capital did not employ religion as exploitation means.

The architectural texture of Ordu has started deteriorating in the 1970’s. Bay-windowed, wooden houses at the foot of Boztepe were not able anymore to see the sea because of the multi-story buildings erected by the shoreline. From then on I did not have the chance to watch the sunrise out of our house with its hinged windows and brass-knocker. The resentment experienced by me and other kids of whose homes stayed behind those stone masses lies in the political powers of those years. Back  during those years there was no such concept like urban transformation. If it were, these ugly formations would have been for sure regarded as a requirement of the urban transformation! To get rid of a place of  historical value or a street is equal to deleting the memory of the cities. In the residents of a city with its memory wiped out, the sense of living in a city would not develop. I say sense of living in a city; not solidarity among the fellow country-people. For some reason caring about your countryman reminds one of self-interested relationships.

Nevertheless with the restoration works done in recent years, books and projects written and cultural activities, the efforts made to regain this beautiful city’s memory should be acknowledged to recognize the Ordu folks who nicely absorbed the sense of living in a city.   

Dostoyevsky once said ‘Being a native of a city means you have a place to go.” Thanks to God I have had places to go throughout my life: Ankara, Ağlasun, Gölhisar, Çarşamba, Gümüşhane and Sinop… The days are becoming heavier; I wonder if only I could lift up my wings like a golibice (cormorant), like a hawk and fly from one sea to the other, from Sinop to Ordu?

            What if the stone stairs of that lonely house I haven’t seen for long would have mossed!

İlyas Tunç

Translated from Turkish by Mesut Şenol

The Cities Deserving Their Past To Be Wiped Out,

Cumhuriyet Books Prepared by Işık Kansu

close

GUAVA SUYU, ZULU AŞK MEKTUBU VE ŞİİR

GUAVA SUYU, ZULU AŞK MEKTUBU VE ŞİİR

5-10 Ekim 2009 tarihleri arasında Durban’da yapılan Uluslararası Poetry Africa festivaline davet edildim. Durban, Güney Afrika’nın Hint Okyanusu kıyısında Zulu halkın çoğunlukta olduğu en işlek liman kenti. Festival bu kentteki KwaZulu Natal Üniversitesi bünyesinde çalışmalar yapan Yaratıcı Sanatlar Merkezi tarafından düzenleniyor. 

Festival izlenimlerimi Yalı Kahvesi’nde sevgili Hayati Baki’ye anlattığımda niçin bunları kaleme alıp bir dergiye göndermiyorsun, dedi. Bu yazının, benim de düşünmeme rağmen, onun önerisinden doğduğunu belirtmeliyim.

Güney Afrika şiirlerini Türkçe’ye çevirmeye 2005 yılında başladım. Bu çetrefilli işi uzun bir süredir bir yayınevinde baskıyı bekleyen geniş çaplı bir antoloji olarak somutlaştırdım. Bana gönderilen programa göre festivalin oldukça yoğun geçeceği belliydi. Hatta, yola çıkmadan Mail&Guardian Gazetesi muhabiri Niren Tolsi’yle e-posta yoluyla bir söyleşi bile gerçekleştirmiştim. Herşeyin o kadar dakik ve pürüzsüz bir şekilde yürümesine gerçekten şaşırdım. Konaklayacağımız otelden diyetimize, katılım hakkı ücretinden uçuş biletlerimize dek herşey önceden ayarlanmıştı. Master tezi çalışmaları nedeniyle yaz boyunca birkaç adım ötesindeki denize giremeyen Sevecen için bu etkinlik güzel bir tatil olabilirdi. Üstelik İngilizcemin akıcı olmaması onunla birlikte gitmemi zorunlu kılıyordu. Böylece bir taşla iki kuş vuracaktım. Baba kız yola koyulduk…

Toplam on yedi şairin katıldığı festivalde kıta dışından iki ülke yer almıştı: Hindistan ve Türkiye. Hindistan’dan Anindita Sengupta ve Türkiye’den ben… Bazıları slam şiir tarzının temsilcileri olan diğer şairleri şöyle sıralayabilirim: Ewok (Güney Afrika), Jennifer Ferguson (Güney Afrika), Chigo Gondwe (Malavi), Liesl Jobson (Güney Afrika), Nina Kibuanda (Kongo), Susan Kiguli (Uganda), Sindiwe Magona (Güney Afrika), Loftus Marais (Güney Afrika), Bongani Mavuso (Güney Afrika), Odia Ofeimun (Nijerya), Outspoken (Zimbabve), Lesego Rampolokeng (Güney Afrika), David Rubadiri (Malavi), Mongane Wally Serote (Güney Afrika) ve Tania Tome (Mozambik).

Bu şairlerden Ewok, Nina Kibuanda ve Outspoken slam ve hiphop tarzı şiirin güzel örneklerini verdiler. Ewok, 2005’de Rotterdam’da yapılan Dünya Slam Şampiyonası’nda ilk beş sırada yer almıştı. Chigo Gondwe ve Tania Tome ise performanslarına görsellik ve hareket katarak şiiri teatral bir konuma çektiler. Tania Tome, son zamanlarda Mozambik şiirinde kendi icat ettiği showesia kavramıyla tartışmalar yaratıyordu. Müzisyen, kabera sanatçısı, sosyal eylemci, yönetmen, şarkı sözü yazarı Jennifer Ferguson, büyülü sesiyle kulaklarımızın pasını sildi. Zuluca yazan Bongani Mavuso, geleneksel ve sözel kültürün izlerini taşıyan şiirleriyle ve yerel kıyafetiyle etkinliklere ayrı bir renk kattı. Festivalin en yaşlı şairi 1930 Malavi doğumlu profesör ve diplomat olan David Rubadiri, poetik görüşleriyle genç şairlerin, özellikle slam şairlerin ufkunu genişletti. Çeviri çalışmalarım sırasında kendisine ulaşamadığım ve bu yüzden iznini alamadığım için hazırladığım antolojide yer vermediğim çağdaş Güney Afrika şiirinin en önemli temsilcilerinden biri Mongane Wally Serote de katılımcı şairler arasındaydı. Afrika Ulusal Kongresi üyesi Serote, 1969’da terörizm yasası gereğince tutuklanarak dokuz ay hapis yatmıştı. Karşılaşmamız oldukça sıcak bir atmosferde gerçekleşti. Durumu kendisine anlattığımda hemen oracıkta şiirlerini çevirebileceğime dair bir belge imzaladı. ‘History is the Home Address’ adlı kitabını armağan etti. Bu arada, romanlarından birini standdan kendi parasıyla alıp Sevecen için imzalaması da ayrı bir incelik göstergesi oldu. Protest şair Lesego Rampolokeng, sözel şiir geleneğini özgün imgelerle harmanlayarak dizelerine ustalıkla taşıyordu. Sohbetimiz sırasında işkencede öldürülen kuzeni için yazdığı ‘Vincent İçin Dizeler’ şiirinden bahsetmem onu oldukça şaşırttı. Şiirlerinin yayımlandığı Cumhuriyet Gazetesi Kitap Eki’ni eline tutuşturunca şaşkınlığı bir kat daha arttı. Nijerya şiirinin önemli temsilcilerinden Odia Ofeimun da bu şaşkınlıklar dizisinden payını alan bir başka şairdi. Çünkü onun şiirlerini de çevirmiş ve yayımlandığı Cumhuriyet Kitap Eki sayısını yanımda getirmiştim. Kitap Eki’nin arasına şiirleri yayımlanan diğer Nijeryalı şairlerin şiirlerinin fotokopilerini de koymayı unutmamıştım. Antolojiye eklemeyi düşündüğüm Liesl Jobson’la kahvaltı sırasında çevireceğim şiirleri üzerinde yorumlar yapma fırsatı bulduk. Loftus Marais, daha önce iletişim kuramadığım, şiirlerini Afrikaans dilinde yazan, genç ve birikimli bir şairdi. Neşeli, esprili 1943 Gulungulu doğumlu roman ve çocuk öyküleri yazarı Sindiwe Magona, ilk şiir kitabını okurlara bu festivalde tanıtmıştı. Budist şair, aynı zamanda gazeteci Anindita Sengupta, zerafeti ve kibar tavırlarıyla dikkat çekiciydi. Ugandalı Kadın Yazarlar Derneği’nin başkanlığı görevini yürüten şair Susan Kiguli, Leed Üniversitesi’nden performans şiiri ve sözlu gelenek üzerine hazırladığı tezi ile bir doktora derecesi almıştı

Royal Otel’e vardığımızda bizi Yaratıcı Sanatlar Merkezi direktörü Peter Rorvik karşıladı. Bizden önce birkaç şair daha gelmişti. Bir kadeh içkiyle birlikte ayaküstü kısa bir tanışma sohbetinden sonra yorgunluğumuzu atmak için odamıza çekildik. Ertesi gün Ushaka’daki Moyo Lokantası’nda yerel giysiler giymiş Zulu kadınların servis yaptığı medya yemeği yedik. Sırası gelmişken, otelden ayrılmadan Natal Witness Gazetesi muhabiri Stephan Coan, lobide David Rubadiri, Liesl Jobson, Sindiwe Magona ve benimle bir söyleşi yaptığını belirtmeliyim. Moyo sözcüğü Swahili dilinde ruh anlamına geliyormuş. Sevecen, hemen oracıkta bu kadınlardan birine yüzünü Zulu motifleriyle boyattırmayı ihmal etmedi. Bir ara, bu yıl Ingrid Jonker Şiir Ödülü’nü kazanan Afrikaans şair Loftus Marais’e erkekler tuvaletinin nerede olduğunu sorunca, ‘unisex’ bir mekânı gösterip ‘real democracy’ saptaması ilginç bir espriydi. Gazeteciler Poetry Africa afişi önünde tek tek ve gruplar halinde fotoğraflarımızı çektiler. Yakamızdaki isim kartları aşk ve tutkunun simgesi ‘Zulu Love Letter’ denilen boncuklarla süslenmişti. Zulu kadınların sevdiklerine duygularını anlattığı bu boncuklu iletilerde her rengin ayrı bir anlamı varmış. Örneğin; mavi renk “Eğer kumru olsaydım senin evine doğru kanat çırpar, eşiğine bıraktığın yiyeceklerle beslenirdim.” demekmiş. Akşamleyin açılış programı gerçekleşti. Şairler kısaca kendilerini tanıtıp birer şiirini okudu. Kapanış programı hariç tüm programlar Elizabeth Sneddon Theatre’da sunuldu. İnsanların her akşam para verip bilet alarak bir şiir etkinliğine katılması, üstelik tüm salonu doldurması bizim ülkemizde yadırganacak bir olaydı. 

İkinci gün Zulu şiirinin babası Mazisi Kunene’nin müzeye dönüştürülen evini ziyaret ettik. Şairin özenle saklanan özel eşyalarının, fotoğraflarının, el yazmalarının sergilendiği bu harika mekânı eşi Mathabo Kunene ile sekreteri Rose Mokhosi’nin rehberliğinde gezdik. Yine, Mazisi Kunene şiirlerinin yayımlandığı Cumhuriyet Gazetesi Kitap Eki’ni eşine gösterdiğim andaki sevinci görülmeye değerdi. Bu güzel ânı, birlikte çekileceğimiz bir fotoğrafla kalıcı kılmak istediğini belirtti. Program gereği şairler, şiiri ve kitap okumayı sevdirmek amacıyla kent merkezindeki, varoşlardaki okulları ziyaret ediyorlardı. Ben de Mazisi Kunene Müzesi’ni görmeden önce sabahleyin George Campbell Teknoloji Lisesi öğrencileriyle birlikte olmuştum. İlginç sorular soruyorlardı. Ertesi gün bu ziyaretle ilgili olarak öğretmenin görüşlerini aktardığı, teşekkürlerini dile getirdiği imzalı bir belge verdiler. Aynı zamanda işlerin ne kadar özenle yürüdüğünün kanıtı olan bu incelikli davranış, okul ziyaretlerine katılan tüm şairlere gösteriliyordu.

Festival öylesine yoğun geçiyordu ki Zuluların eThekwini dedikleri bu güzel okyanus kentini gezmek için güçlükle zaman ayırabiliyorduk. Okul ziyaretleri, şiir atölyeleri, okumalar, kitap tanıtımları, toplantılar… Kendi programımızın olmadığı günlerde bile diğer şairlerin programlarına katılmak zorundaydık. Örneğin; Mafika Gwala’nın ‘Grey Street’ şiirinden bildiğim Hintli nüfusun çoğunlukta olduğu Grey Caddesi’ni gezememiştik. Ama, otelimizin her iki cephesinde yer alan West ve Smith caddelerinde yürüme şansı bulduk. Zulu kadınların ağaç işlerini sattıkları bir pazar yerinden maskeler ve hediyelik eşyalar aldık. Kent Müzesi, Frontbeach, Durban Bay, uShaka Marine World ve Botanik Parkı gezebildiğimiz diğer yerler arasındaydı. Liman kıyısında yaptığımız gezi sırasında bu yörenin güvenli olmadığını öğrendik. Durban’dan çok Johannesburg’un hırsızlık, tecavüz, adam kaçırma, cinayet gibi suç oranlarının yüksek olduğu bir yer olduğunu biliyorduk. Yine de uyarılara kulak verip bu gezimizi yarıda bıraktık. Öte yandan, deniz atlarından deniz örümceklerine dek her türden canlının yer aldığı uShaka Marine World’deki akvaryumlarda köpek balıklarıyla burun buruna gelmek oldukça heyecan vericiydi. Zulu dansçılar da yunusların gösterilerine ayrı bir renk katıyordu.1849 yılında kurulmuş, her yıl beş yüz binden fazla insanın ziyaret ettiği Botanik Parkı’ndaki kuşlar, egzotik çiçekler, kocaman eğreltiler de görülmeye değerdi.

Her akşam Sneddon Theatre’da yapılan şiir okumaları yirmi dakikayla sınırlı tutuluyordu. Program doğrultusunda ben de ikinci günün akşamı şiirlerimden örnekler verdim. Üçüncü gün Odia Ofeimun’la birlikte Durban Teknoloji Üniversitesi Gazetecilik Bölümü’nde öğrencilerin medya, şiir ve iletişim konusundaki sorularını yanıtladık. Çağdaş Nijerya şiirinin öncülerinden Odia’nın aynı zamanda eski bir gazeteci olduğunu biliyordum. Dördüncü gün, 1996 yılında kurulan Yaratıcı Sanatlar Merkezi binasında tüm şairlerin şiir üzerine görüşlerini dile getirdiği bir tartışma toplantısı yapıldı. Toplantıdan önce direktör yardımcısı Pravasan Pillay eşliğinde Durban Uluslararası Film Festivali, Jomba! Çağdaş Dans Festivali, Uluslararası  Yazarlar Festivali ve Şiir Afrika adları altında yılda dört festival düzenleyen bu sanat merkezinin çalışma odalarını gezdik. Girişte pet şişelerden ve diğer atıklardan yapılmış kocaman iki tablo Pop Art akımının öncüsü Andy Warhol resimlerini anımsatıyordu. Ülkemizde henüz düşünülmeyen alışveriş sırasında naylon poşetlere ücret ödeme uygulaması Güney Afrika’da oldukça mesafe katetmişti bile. Toplantıda bazı şairler, kolay yazılsa da hiphop ve slam şiirin ileti vermek amacı taşıdığını, görsellik, ritim ve hareketle beslendiğini söylediler. Güney Afrika sözlü şiir geleneğinin festivaldeki tek temsilcisi Zulu şair Bongani Mavuso’yu, Ewok, Nina Kibuanda ve Outspoken gibi slam şairlerden ayrı düşünmek gerektiği belirtildi. Öte yandan, sözlü gelenekten yararlanmasına rağmen protest biçemi, özgün imgeleri, yenilikçi yaklaşımıyla Lesego Rampolokeng’in batılı bir anlayışla şiir yazdığı vurgulandı. Genç performans şairleri, usta şairlerin poetik görüşlerini ilgiyle dinlediler.

Festivalin beşinci gününe akşamları yapılan şiir okumaları dışında hiçbir etkinlik konmamıştı. O gün sabahleyin piknik ve safari amacıyla Durban’dan kırk beş dakika uzaklıkta Tala Game Reserve denilen doğal bir parka gittik. Yol boyunca Durban’ın varoşlarını görme fırsatı bulmuştuk. Bu varoşların Johannesburg’un bir milyonluk teneke kondu semti Soweto’dan bir farkı yoktu. Piknikten önce doğal parkta minübüslerle iki saat süren bir tur attık. Hemen herkese bir dürbün verilmişti. Çoğu kez dürbüne gerek duymadan su aygırları, deve kuşları, rhinolar, geyikler, karacalar, zebralarla göz göze geliyorduk. Bir ara, gazetecilik ve foto muhabirliği de yapan Liesl Jobson’u göl kıyısındaki bir hayvan iskeletinin fotoğrafını çekerken gördüm. İskelet, geceleri avlanan bir kaplanın kurbanına ait olmalıydı. Arazi hafif engebeliydi. Vadiler akasya ağaçlarıyla, sarmaşıklarla, kaktüslerle kaplanmıştı. Bitki örtüsü, Akdeniz bitki örtüsüne benziyordu. Piknik için konakladığımız yerde bir Zulu kulübesi vardı. Guava, mango, ananas gibi tropik meyve sularının tadı gerçekten bir başkaydı. Akşamleyin Sneddon Theatre’daki kitap standından bazı şiir kitaplarıyla birlikte Munyaradzi Felix Murove’nin derlediği African Ethics adlı hacimli bir kitap aldım.

Ertesi gün sahildeki Bat Center’da kapanış gecesi yapıldı. Aynı gün öğle saatlerinde aynı mekânda David Rubadiri, Loftus Marais, Susan Kiguli ve ben şiirseverlerle birlikte bir atölye çalışması gerçekleştirdik. Etkinlik sonrası yanıma yaklaşan Mısırlı Müslüman bir izleyici okuduğu duayı tamamlamamı istedi. Sınavı geçtim! Yetmezmiş gibi bir de kendi şiirlerini Türkçe’ye çevirmemi istemesin mi! Kapanış gecesi oldukça çoşkuluydu. Sunuculuğu Tiny Mungwe yaptı. Şairler, kendi şiirlerini seslendirdiler. Zimbabweli şair, hiphop sanatçısı Outspoken ve grubu the Essence eşliğinde dans ve müziğin büyüsüne kapıldık. Vedalaşma zamanı geldiğinde yüzlerimizde dışarda yağan yağmurun hüznü yansıyordu. Otele geldiğimizde vakit gece yarısını geçmişti. Sevecen, katılımcı şairlere daha önce bahsettiği futbol şiiri projesini tamamlamanın telaşı içindeydi. Tania Tome’den de yazdığı iki dizeyi almıştı. Bunları Türkçe’ye çevirip bir dergide yayımlamayı tasarlıyor. Yıllar önce, 1975’de Türkiye’yi temsilen özel bir futbol turnuvası nedeniyle Afganistan’a gittiğimde kızımın emek verdiği ekonomi bilgisini bir yana bırakıp şiir ve futbolla ilgileneceğini düşünemezdim. Öyle ki,  uçağımızın kalkmasına birkaç saat kala 2010 Dünya Kupası çeyrek final maçlarının oynanacağı, inşa halindeki Durban olimpiyat stadını görmek için şöförümüz Sabelo Ziqubu’yu çoktan ikna etmişti.

Poetry Afrika’dan sonra uluslararası sanat festivallerinin dünya barışına önemli bir katkı sağladığına olan inancım daha da pekişti. Şiirin, genel olarak sanatın hüküm sürdüğü yerde sınırlar, renkler, dinler, ırklar aşılıyor. Şiirin guava suyu gibi aktığı bu festivalde bize gösterilen ilgi ve içtenlikten dolayı Yaratıcı Sanatlar Merkezi’nin tüm çalışanlarına teşekkürler ediyorum. Bir de Zulu Aşk Mektubu’ndaki siyah boncukları yorumlayan maskeler satın aldığımız Zulu kadına…

“Seni öyle özledim ki kulübemin krişleri gibi simsiyah oldum.”

İlyas Tunç, 25 Ekim 2009, Sinop

Sincan İstasyonu Edebiyat Dergisi, Aralık 2009, sayı: 28

close

BİR BARDAK SU SİNOP YA DA ORDU

BİR BARDAK SU  SİNOP  YA DA  ORDU

Bir kenti yazmak, deyince aklıma Edip Cansever’in ‘insan yaşadığı yere benzer’ dizesi geliyor. Evet, Ordu’da doğdum. Çocukluğumu ve zihinsel, fiziksel becerilerin en yoğun yaşandığı ilk gençlik yıllarımı bu güzel kentte geçirdim. Zihinsel becerimi şiirle, fiziksel becerimi futbolla ortaya koyduğum yıllardı o yıllar. Bu yüzden Ordu, deyince aklıma birbiriyle çelişen iki olgu geliyor: Şiir ve Futbol! Orduspor’da futbol oynarken teknik direktörümüz Necip Cemal Gökalp’in şiir yazdığımı duyunca ‘bu çocuktan artık futbolcu olmaz’ dediği kulağıma sonradan gelecekti. Oysa ben, Erik Kantona’nın futbol ve şiir konusundaki bir demecini yıllar sonra okuduğumda hayran kalacaktım. Şöyle diyordu Erik Kantona: “Bana sorarsanız, Meksika’daki 1970 Dünya Kupası Finali’nde Pele’nin Carlos Alberto’ya verdiği pas ile genç Rimbaud’ nun şiiri arasında hiçbir fark yoktur. Pele’nin pasında da, Rimbaud’nun şiirinde de insanı derinden etkileyen, ona sonsuzluk ve ölümsüzlük duygusu veren bir güzellik anlatımı vardır.” Erik Kantona bunları söylese de Necip Cemal Gökalp hocam haklı çıkmış, ben futbolcu olamamıştım. Gerçekten de, futbolu bırakıp Yüksek öğrenim nedeniyle Ankara’ya, Gazi Eğitim Enstitüsü’ne gitmek zorunda kaldım.

Diğer taraftan, Ordu deyince bana çağrıştırdığı ikinci olgu, şiirdi. O yıllarda, 1970’li yılların başlarında, yerel Gürses ve Gündem gazeteleri vardı. O gazetelerde yayımlanmıştı ilk şiirlerim. Ne ki Ordu’da başladığım bu iki olgudan ilkine, futbola devam etsem bile bir gün veda etmek zorunda kalacaktım. Şimdi, bir şair olarak futboldan aldığım pası çağdaş şiirimize verebildimse ne mutlu bana! Oynayanlar bilirler ki sezgi, imgelem gücü ve düşüncenin ritmik bir eyleme dönüşmesidir futbol. Şiir farklı mı ki… Neyse, yıllar sonra bir gün, doğup büyüdüğüm kente bir şair olarak davet edileceğimi düşünemezdim. 1990’lı yıllarda, ilk kitabım ‘Kış bir Alkış mıydı’ çıktığında, ORSEV’den (Ordu Sanat Evi) bir davet almıştım. ORSEV, Ordu Sinemasının altındaki mekanda yürütüyordu etkinliklerini. Aydın ve Gülçin Üstüntaş ve İbrahim Dizman’la o yıllarda tanışmış olacaktım. İbrahim Dizman’nın Ordulu olmasa da yazdığı kitaplarla Ordu kültürüne önemli katkılarda bulunması, ‘insanın, yaşadığı yere benzediğinin’ bir kanıtı mıydı? Üstüntaş’ların ise Ordu’daki tiyatro faaliyetlerine, Türk tiyatrosuna yaptığı katkıları herkes biliyor.

Edip Cansever’in dizelerindeki gibi, Ordu’yu ‘yaşadığım yere benzeyecek’ kadar mekan tuttum mu, bilmiyorum. Ama, yaşadığım yıllarda mekan tuttuğum yerler vardı Ordu’da: Rumlardan kalma eski, ahşap evimiz, Sıtkı Can Caddesi, Menekşe Sokak, çocukluğumuzda hapishane olarak kullanılan Taşbaşı Kilisesi’nin çevresi, rıhtım, şimdi kocaman binaların yükseldiği kumsal… Sırası gelmişken, evimizin bulunduğu caddeye adını veren Sıtkı Can’ın, 1904-1958 yılları arasında yaşamış, Ordu Halkevi’nin yayın organı ‘Yeşilordu’ dergisini çıkarmış, Ordulu Şair Tıfli ve Fitnat Hanım’la ilgili kitapları da bulunan bir eğitimci ve araştırmacı-yazar olduğunu belirtmeliyim.

Şairler, çocukluklarını arayan, o dünyada yaşamayı düşleyen yalnız insanlardır biraz da… Gerçekten de hemen hemen tüm şairler de görürüz çocukluk ve ilk gençlik yıllarının onlarda bıraktığı izleri. Bendeki izlerine gelince; cumbalı evler, Arnavut kaldırımları, kumdan kaleler, aşırıp ceplerimize doldurduğumuz erikler, nedensiz kavgalar, mahalle maçları, kayaların arasında yengeç yakalamak, midye pişirmek, çay bahçelerinde 45’lik plaklar dinlemek, yazlık sinemalar, çizgi romanlar, sahilde arkadaşlarla gece geç saatlere kadar gezintiler… O zamanlar Ordu’da güneşimizi engelleyecek yükseklikte yapılaşmalar yoktu. İnsanlar gibi evler de saygılıydı birbirine. Sahil, boydan boya kumsaldı. O kumsalda top oynarken Eski Vali konağının bahçesindeki manolya ağacından gelen kokuyu duyardık. Terleyip susadığımızda Acısu’dan içerdik suyumuzu. 1970’lerden önce Fidangör girişindeki Köşk apartmanının olduğu yerde Ahmet Cemal köşkü dediğimiz bir köşk vardı. Acısu, o köşkün arkasındaki bir evin altındaki sarnıç gibi bir yerden akıyordu. Artık, evimizin önünden Boztepe’ye tırmanan yeşil jipler hurdaya çıktı. Babamı da tanıyan kalmamıştır o mahallede. Menekşe sokağa girmeden solda ufacık bir dükkanda ayakkabıcılık yapardı. Hani, güneşli günlerde kaldırıma atardı tezgahını; “hani, tahta çiviler tutardı dişlerinin arasında; hani, hoş geldiniz, kaç para, bu da yeter; hani, kanaat ve tefekkür; hani, hoşgörü ve nükte”; hani, tahta kalıplar, çirişler… Şafak Kundura: Celalettin Tunç. Böyle şeyler yazmıştım bir şiirimde. Evet, kimseler kalmamıştır onu tanıyan bu mahallede. Benimse, Ordu’ya her gidişimde dükkanın üzerindeki o terkedilmiş evimizi ziyaret edip anılarımı tazelemekten başka seçeneğim yok. Terkedilmiş; ama biliyorum ki duvardaki gaz lambasının beklediği birileri var. Biliyorum ki, kilerdeki değirmen taşı, hala öğütüyor zamanı. Biliyorum ki, yosun tutmuş taşlıkta geziniyordur bir tespih böceği… Bütün bu yaşanmışlıkları, özellikle ilk kitabıma, ‘Kış Bir Alkış mıydı’ya  yoğun bir şekilde, iç ve dış mekan unsurları olarak taşıdığımı düşünüyorum: Çiçek işlemeli peçeteler, gaz lambaları, beyaz badanalı bahçe duvarları, sokak kalaycıları, teneke sobalar, yüzükoyun tekneler, martılar, iskeleler, park kanepeleri, deniz kabukları, yengeçler… Evet, ‘yaşadığım yere benzemişim’ galiba!

Geceleri Boztepe’den, 450m rakımlı, türkülere konu olmuş bu yemyeşil tepeden  bakınca düşsel bir kente dönüşüyor Ordu. Kentler tepeleriyle güzeldir. O zamanlar kimsenin rağbet etmediği Boztepe’ye çıktığımızda hemen altında Zaferi Milli ve Taşbaşı mahalleri, solda Kirazlimanı (Keçiköyü) mahallesi, sağda ‘çıramızın yanmadığı’ Düz mahalle, biraz daha arkada Selimiye ve Aziziye mahallesi, ilerde yeni yeni gelişen Bucak ve Yeni Mahalle… Mezun olduğum Ordu Lisesi’nden ötelerde yerleşim yerleri yoktu. Ama, Tabyabaşı’nda üç kız vardı o zamanlar, üçü de yan yana!… Kendileri gitmiş, sembolik heykelleri dikilmiş. Biraz çirkin yontulmuş olsalar da bir kentin belleğini koruması açısından iyi düşünülmüş bir girişim. Sanat eserleri içinde bence en cüretkar ve kışkırtıcı olanıdır heykel. Çünkü, dokunulmak ister. Ama, ben Tabyabaşı’ndaki bu üç kız heykeline dokunamadım. Çünkü, içlerinden biri ‘pişt’ demedi bana. O zamanlar ‘pişt’ diyen kızlar vardı tabii… ‘Seninki geçiyor’ diye takılırdık arkadaşlarla birbirimize. Evet, onlar gitti, şiirler, türküler kaldı. Kentler, biraz da heykelleriyle güzeldir. Bir kentin tarihinin sessiz tanıklarıdır heykeller. Ben, Atatürk heykeli, Süleyman Felek büstü ve Tabyabaşı’ndaki bu üç kız heykelinden başka heykel görmedim Ordu’da. Yanılıyor da olabilirim. Meydanları olmayan bu güzel kentte, hiç değilse, binaların cephelerini süsleyen heykeller, kabartmalar görmek isterdim. Mümkün olmasa da! Mümkün olmasa da diyorum; çünkü, Türkiye’deki kentlerin hiç biri, kent mimarisinin en temel özelliği olan dış mekanı insan ölçüsüne, ihtiyaçlarına göre ayarlama özelliğini taşımıyor. Kentler, kent değil, taştan ev ormanları! Ama, yapılması mümkün olan şeyler var. Örneğin; Menekşe Sokak’taki evlerin restore edileceğini duydum. Eski mimarinin korunması, toplumsal kent bilincini karakterize eder, görsel bir kültür oluşturur. Bu anlamda, sevindirici bir haberdir, Menekşe Sokak’taki evlerin restorasyonu projesi.

            Fyador Mihayloviç Dosteyevski, “bir kentin yerlisi olmak, gidilecek bir yeri olmaktır” demişti. Yaşamım boyunca gidilecek yerlerim oldu benim de: Ankara, Ağlasun, Gölhisar, Çarşamba, Gümüşhane ve Sinop… Ordu’dan sonra, bu yerler içinde beni en çok etkileyen Ağlasun ve Sinop olmuştur. Öğretmenlik mesleğine Ağlasun’da başladım, eşimle orada tanıştım, 12 Eylül Darbesi’ni orada yaşadım. Akdağ’ın eteklerinde kurulmuş bu şirin, ufacık kasaba, ihtimal ki adını, tepenin yamaçlarındaki antik kentten, Sagalassos’tan almıştı. Sagalassos: Gül ve kadın, kadın ve aşk, darbe ve yenilgi, sürgün ve ölüm, ayşafağı ve çınar, su kuşu ve buluntu!… “kadınlar gül toplardı şafakta / iyi ki zarar verdim onlara! / çünkü güz geldi, terk edildi agora / çünkü ölümlüdür dünya…” demiştim “Yolum Düşmez ki Sagalassos’a” adlı şiirimde. Yıllar sonra, ailece bu güzel kasabaya uğradığımızda Azime Korkmazgil ve diğer dostlarla ayşafağı bir göğün altında damıtacaktık Hasan Hüseyin’li sözleri.

            Ve Sinop! On yedi yıldır yaşadığım bu uzak kent, bu ıssız ada, Ordu gibi şiirimi besleyen damarlardan biri oldu. İkisi de bir deniz kenti olarak, tuzunu ve iyot kokusunu bulaştırmıştır dizelerime. Sinop’a ilk geldiğimde, pazar yerinde davul çalan, teni güneşten bronzlaşmış, peşinde köpekleri, doğa tutkunu, slip donlu çıplak bir adamla, ‘sivil bir itaatsiz’le  karşılaştım: Tarzan Kemal! Tarzan Kemal öldü; ama çevre sevgisini, insanlık dramını yansıtan yazıları hala okunuyor Sinop duvarlarında: “Kuzu bebektir, kesmeyiniz!”, “Çöl fellahlarından, Cumhuriyet düşmanlarından sakınınız!”… Meğer ki daha sonra, Tarzan Kemal’e, Sinoplu Diyojen’in torunu diyecek, ‘Sinoplu Kaplumbağa’ şiirimi yazacaktım onun için. Nisi’de Boş Şeyler, Kinik gibi başka şiirler de yazmıştım Sinop’a, Tarzan Kemal’e ve Dijojen’e göndermelerde bulunan…

Biraz hüzün, biraz terkedilmişlik, biraz sürgünlük duygusu, biraz kinizm, biraz Diyojen, biraz şiir, biraz ada, biraz Hayati Baki, biraz kaçış, biraz yerleşik yabancı olma duygusu… Bunları duyumsatıyor Sinop bana. Düşünüyorum da, Ordu’da doğup büyümüş, gurbetle tanışmış, sürgünle yaşamış; hala sürgünlüğü Sinop’ta devam eden, Metin Altıok gibi bir ‘yerleşik yabancı’yım ben de. Peki, ya “ben hangi şehirdeysem / yalnızlığın başkenti orası” diyen Cemal Süreya! Onun kaç başkenti oldu, bilmiyorum. Benimkileri biliyorsunuz zaten! Kale duvarları yıkılmış, bu son başkentimde; Sinop’ta savunacak neyi olabilir ki insanın anılarından başka. İşte, Akliman’dan denize damlıyor güneş! İşte, Çukurbağ’dan duyuluyor Ahmet Muhip Dranas’ın dizeleri! İşte, Yalı Kahvesi! Yedi yıl önce Hayati Baki, gelince bu ufacık yarım ada, bu yalnız kent iki şairi barındırmaya başladı. Bazı şairler, kendilerini ortaya koymayı sevmezler; belki de beceremezler, belki de böyle bir endişeleri yoktur; ikimiz de öyleyiz galiba… Ahmet Uysal ve Ahmet Erhan, Sinop’u benimle ve Hayati’yle özdeşleştiren şiirler yazmışlardı. Ahmet Uysal, şiirinin başlığında “Ordu’da Azer Yaran, Sinop’ta İlyas dursun” diyordu. Sanıyorum, benim de Ordulu olduğumu, aynı zaman dilimiyle çakışmasa da Azer Yaran’la Ordu’da aynı mekanları paylaştığımızı bilmiyordu. Ölümüne birkaç ay kala Hayati Baki, Adnan Özer, İrfan Yıldız, Gökhan Akçiçek, Şinasi Tepe ve bazı arkadaşlarla gitmiştik Azer Yaran’ı ziyarete. Bolamanlı bir başka şair arkadaşımız, Fatin Hazinedar katılamamıştı o zaman aramıza.

Şimdi biz; Hayati ve ben! Sinop’ta iki şair! İki üzüm tanesi! İki kadeh şarap! Oysa, Sinoplu değiliz ikimiz de. Olsun! Ben bir teselli buldum kendime: ‘Kotyora’nın;  yani, Ordu kentinin M.Ö. 8. yüzyılda Sinope’den gelen Miletli göçmenlerce kurulduğunu okumuştum bir yerlerde. Özdemir İnce versin bir teselli de: “Yabancıysan / ve gezgin değilsen / ‘bir kent yeter’ diyeceksin / ‘tek bir ölüm’ / boğazına oturmuş olan / bir bardak su isteyen”

Bir bardak su; Sinop ya da Ordu…

Ne farkeder ki!

İlyas TUNÇ

Mayıs 2008, Sinop

Çağdaş Türk Dili Dergisi

Temmuz 2008, sayı: 245

DİJOJEN’DEN DAHA SİNOPLU BİR KİNİK: DOĞACI KEMAL

DİYOJEN’DEN DAHA SİNOPLU BİR KİNİK: DOĞACI KEMAL Özgürlük, bir varoluş...

Poetic Knowledge

                   I know ferns are green, the orange is fuschia, and...

ORDU: Golibices (Cormorants), Violets, Bay-Windowed Houses…

At that time, the wooden house where I was born had a view of the sea, and this house...

GUAVA SUYU, ZULU AŞK MEKTUBU VE ŞİİR

GUAVA SUYU, ZULU AŞK MEKTUBU VE ŞİİR 5-10 Ekim 2009 tarihleri arasında Durban’da...

BİR BARDAK SU SİNOP YA DA ORDU

BİR BARDAK SU  SİNOP  YA DA  ORDU Bir kenti yazmak, deyince aklıma Edip...