Herkes İşinde Gücündeydi
İlyas Tunç: “Tüm yazma eylemlerinin temelinde, semantik ve morfolojik düzeyde...
İlyas Tunç: “Tüm yazma eylemlerinin temelinde, semantik ve morfolojik düzeyde sağlam cümle kurabilme yeteneği bulunduğuna inanıyorum.”
Mehmet Hanifi
Tıpkı çok iyi bir kurgunun, sağlam cümle kuramadığımız sürece, bizi iyi bir romancı yapmayacağı gibi ‘Şiirin düzyazıya çevrilmez’ yaklaşımına sığınarak, imgesellik yaratma kaygısıyla, anlamdan yoksun saçma sapan dizeler kurmak bizi iyi şair yapmaz.
Mehmet Hanifi: Kış Bir Alkış mıydı (Şiir-1992), Kül ve Kopuş (Şiir-1995), Fetüs Günlüğü (Şiir 2002), Savrulmalar (Şiir-2004), Sesler İncelikler (Şiir-2008), Karnaval (Şiir-2009), Hangi Şiir Onarır Şu Taşküreyi (Toplu Şiirler-2020); İtaatsiz Portreler (Deneme-2016), Örs-Nesnelerin Dili (Deneme-2021); Sessiz Yaşamın Şarkısı (Cai Tianxin, seçme şiirleri-2009), Çağdaş Güney Afrika Şiir Antolojisi (2013), Şairin Paltosu (Martin Espeda, Seçme Şiirler-2016), Hiçliğin Tanecikleri (Ingrid Jonker, Seçme Şiirler-2017), Çağdaş Nijerya Şiir Antolojisi (2018). Şiir, deneme ve çeviriden sonra Ocak ayında Herkes İşinde Gücündeydi romanın yayımlandı. Kitabın yazılma sürecinden bahseder misiniz? Biyografik Roman yazma fikri nasıl doğdu sizde?
İlyas Tunç: Romanın kahramanı Tarzan Kemal’le, metindeki adı Sinop’un Kemal’iyle, kente ilk geldiğim gün karşılaştım. Sırtında derme çatma bir küfe, küfesine yapıştırdığı, ‘yüzünü kendine çevir’ yazılı bir kâğıt, elinde bir davul, pazaryerinde dolaşan yarı çıplak bir adam. Kimse ona bakmıyor; onun da kimse umurunda değil. Hem halktan biri hem halkın ötesinde. Bu adam, Sinoplu Diyojen’in torunu olmalı, diyorum içimden. Kinik özelliği ağır basıyor; oysa stoik tarafı da var. Doğal hayatı kente taşımak isteyen bir pagan olduğunu iddia edenlere sözümüz yok; inatçı bir sivil itaatsiz olduğunu iddia edenlere de… Pazaryerindekiler, onu böyle değerlendirmiyor. Onlara göre, evet, o yarı çıplak bir Tarzan; hatta yüzüne karşı söyleyemeseler de, iyileşmez bir deli. Ayaküstü biriyle bir şeyler konuşur, sonra çeker gider. Konuştuğu şeyleri herkes tahmin edebilir; sigara içmeyiniz, çevrenizi temiz tutunuz, ağaçları kesmeyiniz, hayvanları seviniz, et yemeyiniz, güneşi kutsayınız… Onu yazmayı doğrusu pek düşünmemiştim. Ama, gördüğüm ilk günden itibaren kendisini her fırsatta gözlemleyecektim. Yazma düşüncesi ise, ölümünden sonra filizlenmeye başladı. Fiziksel yokluğunun kent ortamında yarattığı boşluğu, onun ruhsal varlığını zihinsel bir boyuta, kurgusal bir metne, taşıyarak doldurabilirdim. ‘Unutulup gitsin istemedim’ kaygısıyla yola koyulmadığımı, bu arada, belirtmeliyim. Asıl amacım, Sinop’un Kemal’ini, yazacağım roman vasıtasıyla, felsefi bir düzleme yerleştirmekti; böylece, antik bir kentin mekânlarında antik bir hava estirecektim. Sadece kahramanın duygu ve düşüncelerini değil, anlatıcı kılıfıyla bizzat kendi duygu ve düşüncelerimi de bu nedenle yansıttım. Amacımın ütopik olduğunun farkındayım. Yine de gerçekliğe ne derece dönüşeceğini zaman gösterecektir. Yazma sürecine gelince, yaklaşık iki yıllık bir zamanımı aldı. Süreç boyunca gözlemlerimden yola çıkmakla yetinmedim, onunla anısı olan herkese ulaşmaya da çalıştım. Yazmaya başlamadan önce ve yazarken ilgili felsefe okumaları yaptım. Çeşitli notlar aldım, dolaştığı yerleri dolaştım, fotoğraflarını edindim, belgeler topladım, belgesel filmlerini izledim. Tamamen biyografik bir roman denir mi, bilmiyorum. Kahramanının kent halkıyla etkileşim içinde olduğu psikocoğrafi bir roman da diyebiliriz, ‘yeni roman’ tarzına uygun bir roman da…
MH: Herkes İşinde Gücündeydi, bazen bir deneme tadında okunurken, bazen anlatının kıyısında dolaştırıyor okuru. Ama baştan sonuna kadar atmosferiyle, dünyasıyla, mekânlarıyla, karakteriyle bir romanın içinde olduğunu anımsar okur. Bu tablo içinde metninizi nerde konumlandırıyorsunuz?
İT: Haklısınız! Yer yer deneme tadında; hatta tamamen deneme denilecek metinler içeriyor. Bu, yazarın kişisel bir tercihi. Anlatı tadını veren şey ise, deneme türünde olduğu gibi, anlatıcının roman boyunca daha fazla konuşmasıyla bağlantılı. Evet, sonuçta bir roman; yaşanmış bir olayı ele almasıyla, maddi ve kültürel nesneleri betimlemesiyle, üslup kaygısı taşımasıyla, çevre olgusuna değinmesiyle, yarattığı karakterle… Ancak, Balzac tarzı roman geleneğine bağlı klasik bir roman olduğunu söyleyemem. Bölümler arası geçişler belirsiz; dolayısıyla, her bir bölüm, farklı bir konuyu ele aldığı düşünüldüğünde, ayrı birer öykü diye de okunabilir. Olay örgüsü, romanın geneline değil, bölümler içine ve birbirinden bağımsız olarak yayılmış. Zaman olgusu, kronolojik bir sıralamaya dayanmıyor. Ana karakter Sinop’un Kemal’i dışında diğer karakterlerin metne fazla bir katkısı yok. Anlatım biçimiyle, düşünsel içeriğiyle, psikocoğrafi izlenimleriyle, davranış betimlemeleriyle okuru dünyadaki yerini ve varlığını yeniden konumlandırmaya davet eden kurgusal bir metin. Metni adlandırmaktan ziyade, anlatmak istediğimiz şeye koşut bir dil, bir kurgu yaratıp yaratamadığımız da önemlidir sanırım. Üstelik, edebi türler arasındaki mesafeler gittikçe birbirine yaklaşıyorken…
MH: Herkes İşinde Gücündeydi, Tarzan Kemal’in babasıyla karşı karşıya gelmesiyle başlıyor. İlk kez otoriteyi reddediyor Tarzan Kemal ve soyunuyor babasının bahçesinde ve onun gözleri önünde. Onu böyle radikal davranmaya iten etmenler nelerdir?
İT: Roman, evet, babasının ona sorduğu tek kelimelik bir soruyla başlıyor: “Utanmıyor musun?” Sorunun geri planında, bir ayıp ya da suç aramaktan öte, sınıfsal bir yaklaşım var. Sinop’un Kemal’inin babası, varlıklı bir ağa, saygın bir eşraf sıfatıyla oğlunun ortakçılarının kızıyla evlenmesine taraftar değil. Aşkının sınıfsal bir bakış açısıyla sorgulanmasından son derece rahatsız oluyor Kemal. Duygusal sanılsa da, başkaldırısının temelinde insani bir akıl yürütme egemen. Yürüttüğü aklın peşinden giderek baba otoritesine karşı gerçekleştirdiği başkaldırıyı, devlet, din, ahlak, gelenek, töre gibi diğer otoritelere karşı da gerçekleştiriyor. Sinop’un Kemal’inin tercihi, dolayısıyla, bir cinnet anında ansızın yapılmış bir tercih değil; ömür boyu vazgeçilmeyeceği için üzerinde enikonu düşünülmüş bilinçli bir tercih. Zaten kendisine iki kez yöneltilen “Utanmıyor musun?” sorusunun ikisi de çıplaklıkla ilgisiz sorular. Sorulara, baba oğul sertçe tartıştıkları sırada, soyunmadan önce, maruz kalıyor Kemal. Sonunda “Utanmıyorum!” diye bağırıp odadan çıkıyor. Böyle gerçekleşiyor Kemal’in ilk başkaldırısı. Bahçeye inip orada çırılçıplak soyunması ise, ‘boşalmış bir zembereğin getirdiği sakinlikle’ alınmış bizzat iradi bir karar. Ağaçlara, kuşlara, börtü böceğe bakıyor; yerdeki solucana, salyangoza dokunuyor, güneşi kutsuyor, toprağı kokluyor.‘İyileştirici doğaya şükürler olsun’ diye dua ediyor. Doğadaki çıplaklığın kendisine yapılmış kutsal ve barışçıl bir davet olduğunu düşünüyor. Bütün sınıfsal ilişkilerin bu davete katılmakla mümkün olacağına inanıyor. İncir yaprağından evrimleşmiş o tek parça giysiyi son anda tekrar giymesine gelince, bu, bundan böyle sürdüreceği doğal yaşam tarzının içgüdüye değil, akla dayalı olacağının, minimalist anlamda kinik, Tüm Tanrıcılık anlamında stoik bir göstergesi. Daha öncesinden de doğa sevgisi taşıyor Sinop’un Kemal’i. Ama, sadece ziraat yapma düzeyinde; yoksa o gün doğadan aldığı ‘davet’ düzeyinde değil…
MH: Toplumdan kopuşu, doğaya yönelişi doğallıkla, sanki öncesinden bunun hazırlığını yapmış gibi gerçekleşiyor. Zorlanmıyor, umursamıyor. Tavrı tepkisel ve çatışmacı değil, savunma pozisyonuna düşmüyor. Et yemiyor. Soru sorulduğunda cevap veriyor, bir tehdit algıladığında çapasını kendini savunmak için kullanıyor. Kirpi mesafesini koruyor. Çocuklarla iletişim koruyor. Köpeklerle dost oluyor. Ağaçları iyileştirmeye çalışıyor. Bilgece tavırlar sergiliyor. Tarzan Kemal’i böyle davranmaya iten reflekslerinin felsefi ve düşünsel temelleri nelerdir, hangi kaynaklardan ilham alıyor ve besleniyor?
İT: Doğaya yönelişinin bir ön hazırlığı, biraz önce değindiğim gibi, sadece köyünde ziraat yapma düzeyinde var; ki bunu da zaten arkadaşına yazdığı bir mektupta dile getiriyor Sinop’un Kemal’i. Yüksek Ekonomi ve Ticaret Okulu’nu bitirmesine rağmen öğrenim gördüğü alanda çalışmıyor. Memur amir ilişkisine karşı; kapalı bir mekânda mesai yapmaya da, kravat takmaya da… Ne emir vermek ne emir almak istiyor. Kente yeni atanan yöneticileri yarı çıplak bir şekilde davul çalarak protesto ediyor. ‘Lüzumsuz adamlar’ olarak nitelendiriyor onları. Ancak, toplumdan kopuşu söz konusu değil Kemal’in; hatta, kent insanı tarafından son derece seviliyor, sayılıyor. ‘Kirpi mesafesini’ ısrarla korumasının nedeni, fiziksel bir güvenlik kaygısı yerine insanlarla kurduğu bağı dengede tutma kararlılığından kaynaklanıyor. Çapasını parkları, bahçeleri, tarlaları ayrık otlarından temizlemek için kullanıyor. Evet, yarı çıplak yaşam tarzını kent halkına kabullendirmeye çalıştığı ilk günlerde, bir iki fiziksel saldırıya uğraması nedeniyle çabasını saldırgana karşı, yalnızca onu korkutmak amacıyla, kaldırdığı doğru. Bu, anlatıcının dilinden kurgulanmış bir olay. Gerçek hayatında, ne insana ne hayvana karşı şiddete başvurmuş. Hasta ağaçları iyileştirmeye çalışan bir pagandan beklenen de budur zaten. Kent meydanlarında, caddelerde, pazaryerlerinde istemediği her hangi bir şeyi davul çalarak protesto eden kentli bir pagan Sinop’un Kemal’i. İlham aldığı kaynaklardan biri paganizm ise diğeri stoacılık; biri kinizm ise diğeri nudizm; biri aidiyetsizlik duygusu ise diğeri minimalizmdir.
MH: Tarzan Kemal’in yanı başından bir an olsun ayrılmayan merak böceği okura ne anlatmak istiyor?
İT: Kale surlarından kahvehanelere varıncaya kadar kentin başlıca mekânlarını gezen merak böceği, “Adam neden soyunmuş?” sorusuyla insanların beyinlerine girerek onlarda bir merak duygusu uyandırıyor. ‘Uzun uzun sorup uzun uzun çırpınmaktansa’ soruyu ‘Neden?’ diye kısaltıyor; bu kez de öznesi belirsiz soruya ilgisiz cevaplar alıyor. Kaygılanıyor da merak böceği; ‘insanlar soruyu cevaplamak yerine nedenleri halka gibi birbirine geçirir, son halkada karşılarına ilk neden çıkar, olmuş, olacak, oluyor olan her şey, nasılsa Tanrı denilen bu ilk neden tarafından belirleniyor düşüncesiyle özgür iradelerini kullanamazlar, ellerini kollarını kaldırmadan kaderlerine boyun eğerler diye…’Merak böceğinin kaygısı, Sinop’un Kemal’inin kaygısından başka bir şey değil. Onun Güneş’i kutsayan bir doğacı, bir pagan, bir kinik ya da hazza da acıya da kayıtsız bir stoik olduğu düşünüldüğünde, büyülü gerçekçi bir anlatımla dile getirilmiş bu duygular, gerçek hayatta bir karşılık buluyor. Başka bir bölümde kelebek kılığına giriyor merak böceği. ‘Kelebek Etkisi’ adlı söz konusu bölümde, Kemal için ‘seninki çıldırmış’ diyerek sevgilisi Kevser’e kötü haberi veriyor. Daha sonraki bölümlerde de merak böceğinin insanların beyinlerini kemirdiğine tanık oluyoruz. Onları kaderlerine boyun eğmemeye, düşünmeye teşvik eden bir metafor da diyebilirsiniz.
MH: Karadeniz’in, özellikle Sinop’un nükleer santral tehdidi altında olduğunu biliyoruz. Doğa tahrip edilmeye başlandı şimdiden, binlerce ağaç kesildi, bölge insanı tehdit altında. Tarzan Kemal, ekolojik dengenin bozulmasına tepki olarak mı doğdu? Tarzan Kemal ne yapmak istiyor?
İT: Nevi şahsına münhasır Sinop’un Kemal’inin doğayı koruma konusunda, örgütlü ilişkilere girmeksizin, bireysel davranması normaldir. Kentin bahçelerindeki, parklarındaki toprağı havalandırmak, ayrık otlarını biçmek, ağaçları aşılamak, kumsallardaki çöpleri temizlemek, yerdeki sigara izmaritlerini toplamak; hatta, tutup İstanbul’daki Barbaros heykelini yıkamak…‘Sığ sularda yavru balıkları’ okşayan, denize çırılçıplak giren, 1983’teki depremin ardından Sinop’tan kalkıp ta Erzurum topraklarına ağaç dikmeye giden Kemal’in doğa sevgisini, hobi olsun diye bahçıvanlık yapan, balkonlarında çiçekler yetiştiren, evlerindeki süs köpeklerine rengârenk giysiler giydiren insanların abartılı doğa sevgisinden ayırmak gerekir. Ülkemizde ‘ekolojik etik’ diye bir kavram telaffuz edilmeden önce, daha 1950’li yıllarda, bir çevre ahlakı ediniyor Sinop’un Kemal’i. Onun çevre ahlakı, doğaya karşı vicdanlı davranma, dürüst insan olma, kent belleğini koruma pratiğinden, ya da felsefi anlamda etikten, ayrı düşünülemez. Mevcut çevre hareketlerinin başarıya maalesef ulaşamamasının nedeni, etikten yoksun oluşudur. Sinop’un Kemal’inin etiğine ulaşmak ise, insanların bilincinde radikal bir değişim gerektirdiği için son derece zordur. Hayır, belki de çok basittir; arkadakinin deniz manzarası engellenmesin diye öndeki evin biraz eğilmesi gibi… Kentlerde birbirlerine saygı duymayan insanların doğaya saygı duymasını beklemek bir hayal olsa gerek. İnceburun mevkiinde nükleer santral uğruna kesilen binlerce ağaca gelince, Karakum yolu boyunca diktiği ağaçların altında sigara içilmesine bile tepki gösteren Kemal, nükleer santral projesine de, yaşasaydı, mutlaka tepki gösterirdi. Sinop’un Kemal’inin yapmak istediği biricik şey, yapmak istediği bütün şeyleri özetlercesine, mendireğin duvarına turuncu renkli bir boyayla yazdığı o sloganda anlamını buluyordu:
“Havai fişekleri değil, güneşin doğuşunu alkışlayın!”
MH: Roman yazan öykücüler var, öyküden romana geçişte zorlanmadıkları biliniyor ama şairlerin romana bulaşmasının ve roman yazmasının örnekleri pek yaygın değil. Şiirden sonra roman yazmak zor oldu mu sizin için?
İT: Tüm yazma eylemlerinin temelinde, semantik ve morfolojik düzeyde sağlam cümle kurabilme yeteneği bulunduğuna inanıyorum. Bu, bence sanıldığı kadar kolay bir iş değil. Tıpkı çok iyi bir kurgunun, sağlam cümle kuramadığımız sürece, bizi iyi bir romancı yapmayacağı gibi ‘Şiirin düzyazıya çevrilmez’ yaklaşımına sığınarak, imgesellik yaratma kaygısıyla, anlamdan yoksun saçma sapan dizeler kurmak bizi iyi şair yapmaz. Bu anlamda, ‘neyi’ yazacağım kaygısı taşısam da ‘nasıl’ yazacağım kaygısı taşımadığımı söyleyebilirim.‘Neyi’ yazacağım kaygısını ise, yazmaya başlamadan önce ve yazma süreci sırasında yaptığım okumalarla, edindiğim belgelerle, dinlediğim anılarla giderecektim. Roman, anlatı ya da öykü, sonuçta yazılmış bir metin. Metni iyi yazabildimse ne mutlu! Adlandırma, yine bence, pek önemli değil.
MH: Bu aralar neler yapıyorsunuz? Çalışmalarınız hakkında bilgi verir misiniz?
İT. Birkaç yıldır, dünya genelinde 20. yüzyılda yapılmış katliamlara ilişkin deneme tadında metinler yazıyordum. Dosyayı bitirdim. Umarım iyi bir yayıncı bulunur. Bunun dışında çocukluk izlenimlerimden oluşan kısacık öyküleri tamamlamak üzereyim. Kendi şiirimi uzun zamandır maalesef ihmal ettim; ama, şiir çevirisine devam ediyorum.
Söyleşi- 9 Mart 2022,oggito.com
Selling Nigerian poets in Turkish market
By AKEEM LASISI
Tuesday, 25 Jan 2011, The Punc Newspaper- Nigeria
Apart from translating works of Nigerian poets into Turkish, Ilas Tunc is exposing them via various platforms in the European country, writes AKEEM LASISIOften, it takes a person watching from a distance to better appreciate how delicious boiled esuru yam and fresh palm oil is. As he watches the person eating it soak his hand in the oil and stylishly dip the drenched yam in his mouth, the observer feels the sweetness far more vividly than the lucky one doing the eating.
The Yoruba proverb seems to capture the experience that Turkish writer and translator, Ilyas Tunc, has had with modern written poetry in Nigeria. Apart from his interest in exploring works from other countries, and noting how African poets are responding to the socio-political challenges confronting the continent, an encounter he had with poet and critic, Odia Ofeimun, at Poetry Africa festival, held in Durban, South Africa in 2009 boosted his desire to closely study works of Nigerian poets.
About five years in the wilderness, Tunc now boasts a dependable picture of how the minds of old and new generation poets such as Gabriel Okara, Christopher Okigbo, Niyi Osundare, Ezenwa Ohaeto and Ogaga Ifowodo worked when producing some of the volumes that largely define the market. He professes he has learnt a lot about the written word from the country that gave Africa its first Nobel laureate. But, incidentally, his most memorable verses appear to have come from a writer who is predominantly a novelist – Chinua Achebe.
“Chinua Achebe’s Vultures is one of the poems I admire most in Nigerian poetry,” Tunc says in an online interview with our correspondent. “Here, the poet draws an unpleasant description of a pair of vultures who touch each other lovingly in their nest after feeding on a corpse. Not only does this poem show that love can exist in places someone wouldn’t have thought possible, but also that a concentration camp commander, in contrast with his cruelty, can share his affection with his family at home. Actually, there are many poems that lead me to the immense beauty of Nigerian poetry. They include Adumaradan by Niyi Osundare; Cold Earth by Odia Ofeimun; The Minstrel with a Postcolonial Goatskin Bag by Ezenwa Ohaeto; Iva Valley by Ifi Amadiume; Sequence (Of desire) by Jumoke Verissimo and Homeland by Ogaga Ifowodo.”In the last two years, he has translated works of 40 Nigerian poets. He hopes to publish the translation in an anthology once he captures about 10 more. He has published some of the translated items in Turkish magazines.
Tunc notes, “I started my translation work with the leading poets such as Christopher Okigbo, Gabriel Okara, Achebe, Wole Soyinka, Ben Okri, Ofeimun, Niyi Osundare, J.P Clark, Tanure Ojaide and Harry Garuba. These poets made a good impression on Turkish readers. Surely, I say that a large group of readers who look forward to reading the poems by Nigerian poets has appeared in Turkey.
“There are many poets who I’m working on nowadays. Some of them are Femi Fatoba, Femi Osofisan, Ogaga Ifowodo, Maik Nwosu, Unoma Azuah, Remi Raji, Sola Osofisan and Promise Okekwe. Being a modernist poet, that is to say, writing in western style, is a prerequisite for being included in my work. Secondly, being born after 1921 is another criterion. Being a published poet, getting an incredible poetry prize, and positive comments on their poetry in literary magazines are my other parameters. I also make much of the impression of the oral tradition on modern Nigerian poetry. As for the selection of the poems to be translated, it is my own preference or liking among the ones which I read.”
Reluctantly attempting a comparison between Nigerian and Turkish poetry, he explains that nature is the most preferred theme in African poetry. There is a vast number of poems thematically concerned with rivers, valleys, mountains etc. Religious ceremonies and rituals are also recurrent. Some African poets perform their poems in a theatrical way on the scene, which is called performance poetry. But reading poems in public in Turkey isn’t as common as in Africa.
In this point, we can say that Turkish poetry is more individual than African poetry. Also, Turkish poets of today use words in ‘emotional associations,’ and write more abstractly than the poets in Africa.
And it is this observation that he premises his suggestion for thematic diversification on the part of Nigerian poets.
“I’m not a critic, so I may go wrong,” he says. “From my perspective, Nigerian poetry of today is narrative, but needs being more inventive and individual. Thematically, the poet inside mostly prefers the love of country and nature, while the poet abroad writes the political and social ills of today. In fact, everything can be material for poetry. But the poet should write about loneliness, famine, friendship, sex, poverty, loyalty, madness, drunkenness, freedom and jealousy too.”
Tunc began writing in the 1970s, with his first poems published in a literary magazine called Yeni Defne in 1977. But then followed a long silence that he eventually broke in 1992 when he published his first collection of poems, Kis Bir Alkis Mydi (The Last Applause in Winter). The poet who has earned several awards that include the Ali Riza Ertan Poetry Award and Ceyhun Atuf Kansu Poetry Award is now widely published. Some of his poems have been translated into English, French and Afrikaans language.
Tunc’s other published collections include Kül ve Kopus (Ash and Ending), Fetus Günlügü (Diary of a Foetus), Sesler Incelikler (We Spoke of Sand) and Karnaval (Carnival), which was published last year.
And what usually inspires Tunc? “The poet must stretch all the feelers towards the nature and the society,” he explains. “He or she must be aware of the happenings all around, and look for the sources of inspiration for his poetry. If you’re not a good observer, you can’t be a good poet.
Realising something you never know before can lead you to write a new poem. I don’t believe that inspiration is a heavenly power. Everything occurs in our brain. Actually, you can write the poem of the thing you focus on. What stirs you mentally, socially, and economically will certainly inspire you.
Writing poems is releasing the poet of the state which disturbs him or her. In a sense, it is a kind of catharsis. So, the poet should often listen to his inner voice. If inevitably spoken of an inspiration, life is the most indispensable material for my creative activity of writing.”
His intimate engagement of Nigerian poetry, he believes, is likely to positively affect his writings in in future, because, according to him, a good poem should be a source of inspiration for writing another one.
Nigerian poets find their voice in Turkish
By Jumoke Verissimo
September 12, 2010 04:39AM
The first contact I had with Ilyas Tunc was on the Internet. There was an email from him and I replied, wondering how and where he got my email address. Nevertheless, as time went on, we developed a friendship that has grown into an exchange of emails of him wanting to know more about Nigerian poets and me asking about his interest. His passion is consistent and pertinacious.
I remember him asking me about Odia Ofeimun, only for them to meet at the Poetry Africa festival in South Africa later that year. The poet was at hand to help Tunc with his translation works, informing and educating him on Nigerian poetry.
While there are different translators across the world and they choose that which pleases them for translation, it is indeed a great pleasure to know that Ilyas Tunc, for the love of poetry, seeks to introduce Nigerian poets to an audience they may never even meet.
Tunc has released six poetry collections and these will be published in a single book soon.
Introducing the man
Ilyas Tunc is a Turkish poet. He was born in Ordu, a city on the Black Sea coast of Anatolia, in 1956. He lives in Sinop, where Diogenes of Sinope, a famous cynic philosopher, was born. “Whoever is interested in philosophy knows what he said to Alexander the Great when he asked if there was any favour he might do for him: “Stand out of my sunlight!”
He taught English in primary and secondary schools until he retired on a pension in 2007. His mother tongue is Turkish, and he speaks English as a foreign language. But for him there is more to language, as “all poets speak the language of imagination which has no words and sounds.”
On the translation project
Tunc has been translating Nigerian poetry into Turkish for a few years now. He presents his translated poems to poetry lovers in a weekly book magazine, which is delivered as a free supplement of a newspaper. Only one page of the supplement is assigned for poetry translation, and the translators send their translation works to the editor of the page voluntarily. He does not receive money from doing this. His intention is to give the Nigerian poet a place in the minds of lovers of poetry in Turkish language. His sole inspiration and driver is to enable Turkish readers to meet Nigerian poetry through his translations.
The editor of the magazine he publishes, the poet in does not ask for particular poet or poems. The idea is that every week, people can read the poems of a poet from a different country. This is something that is common in Turkey; there are a few other magazines that publish translated poems.
The pain and joy of translating Nigerian poets into Turkish
Tunc says, “Poetry translation is not only to translate a poem into a target language, but also it should reflect traditions, religions, mythologies, social and economic conditions of a country.” In essence, he encountered certain concepts and words which defined these things in the process of translation. Some of these words, though familiar to the Nigerian audience are largely new to him. Words like “idoto, adhiambo, abiku, harmattan, agbor dance, eyo carnaval, Ken Sero Wiwa, jangaweed, egbesu boys, aso-oke, etc…” One cultural aspect he found interesting is what he calls, “the cult of Abiku,” which he says, the Turkish Audience met for the first time in his translation.
Sadly, he found there are few anthologies, widely available on the international market on contemporary Nigerian poetry in English. For example, he could not find Toyin Adewale (ed.) 25 Nigerian Poets. And at first this was a challenge, as he did not how and whom to start with. The poems were inadequate and the biographies he got, mostly via the Internet, did not seem representative enough. He got his inspiration from magazines like; Sentinel Poetry, African Writer, and some other web pages. A number of poets were also willing to help him, some going the length of sending their collections, poems and biographies by email. In cases where he was hindered by translation problem, the poets were always willing to help.
The effect and future of the translation project
Tunc has been working on Nigerian poetry for two years. He is not supported by any financial institution, yet he has translated over 30 Nigerian poets, the writer of this piece included. For him, it is solely a personal interest. The translator and poet is looking forward to a time when he can bring 50 poets together in an anthology published in Turkish language.
The publicity gathered from the weekly translation has shown from a wide spectrum of Turkish poetry lovers, what he defines as “the richness and emotional capacity of Nigerian poetry through my translations.”
From the comments he has received from his readers in Turkey, he has been very encouraged. “They say Nigerian poetry is as fascinating as Nigerian fiction and drama,” he says. At the end of every translation he leaves footnotes, to enable them to get some knowledge about Nigerian culture. So he has introduced them to words like, “iremoje, Idoto, agbada, iroko tree, Agbor dance, etc.” He hopes that, “these fragments can drive the Turkish people to a search for Nigerian culture and history more deeply.” He believes the poems will bring Turkish and Nigerian people closer together.
Nigerian Poets of interest
When he began his translation work, he was impressed by these poems and poets, ‘Once Upon a Time’, ‘Piano and Drums’ by Gabriel Okara, ‘Vultures’ by Chinua Achebe, ‘Heavensgate’ by Christopher Okigbo, ‘Civilian and Soldier’, ‘Telephone Conversation’ by Wole Soyinka.
In the post-colonial era, he explored Niyi Osundare, Onwuchekwa Jemie, and Femi Fatoba. In his words, “Niyi Osundare’s poem titled Adumaradan, which means beautiful black woman in the Yoruba language, swept me off my feet while I was brought to my senses by his Not my Business, a political one.” As for the poetry of today in Nigeria, it is shining with the lines of Odia Ofeimun, Harry Garuba, Maik Nwosu, Lola Shoneyin, Toyin Adewale, Jumoke Verissimo, Obi Nwakanma, Tolu Ogunlesi, Ogaga Ifowodo… Except for these poets, there are many poets who interest me. I’m sorry for the poets whose names I haven’t uttered here.”
Nigerian writers famous in Turkey
There are a few Nigerian poets that are known in Turkey. Tunc says, “These three giants of Nigerian literature are known all over the world: Wole Soyinka as a playwright, Chinua Achebe as a fiction writer, and Christopher Okigbo as a poet.” He believes that, “Nigeria is a candidate country which will bring new giants onto the scene of the world literature. For instance; Turkish readers have already met zChimamanda Ngozi Adichie from a younger generation with ‘Half of a Yellow Sun’; and Toyin Adewale-Gabriel.
The best part of translating Nigerian poems
Tunc describes translation as an “intercultural service, and an invisible contribution to universal peace.” In this regard it is important that people should learn how to live together in different cultures, traditions, religions, languages, and races. That, he maintains, is what art teaches us. He is appreciative of the encouragement and response he received and says, “In the meantime, I should say I have made so many Nigerian friends through emails and via facebook. I hope I’ll have the chance to speak with them face to face one day.”
Is any other African country up for translation?
Yes! Tunc explains he just finished with the anthology of South African poetry, which was completed last year. Once, he is done with Nigerian poetry he is going on to publishing an anthology that will contain the important poets from the continent of Africa.
Next Newspaper, Nigeria
Thursday September 16, 2010
Stripping power nakedNIREN TOLSI | DURBAN, SOUTH AFRICA – Oct 02 2009 10:18 |
Imagining Turkish poet Ilyas Tunç as the eye in the societal storm is irresistible.
Tunç, who will participate at the Poetry Africa International Festival in Durban next week, writes poetry that delves into a range of themes — from memories of childhood to an individual sense of desolation — with brevity, insightfulness and grace.
His words appear to cast perspectives on life’s maelstrom from a point of thoughtful calm, which serves to leaven their impact, rather than detract from it.
Tunç, a retired former primary school English teacher who lives in the Turkish Black Sea coastal town of Sinop, published his first anthology, Kis Bin Alkis Miydi (The Last Applause in Winter, Biçem Press) in 1992. He has since published five more collections, including Kül ve Kopus (Ash and Ending, Damar Press, 1994) which won the 1995 Poetry Prize of Damar Literary Magazine and the Orhan Murat Ariburnu Poetry Award (Special Jury Award).
His 2008 Ceyhun Atuf Kansu Poetry Prize-winning collection, Sesler Incelikler (We Spoke of Sand, Artshop Press, 2008), was translated into English in collaboration with South African poet Robert Berold. Tunç, who recently completed translation of a hefty anthology of contemporary South African poetry into Turkish, has also had some poetry translated into isiZulu by Angifi Dladla and Afrikaans by Charl-Pierre Naude. Karnaval is his most recent collection of poems (Artshop Press, 2009).
Niren Tolsi: You are from Sinop, birthplace of the Cynic philosopher Sinopian Diogenes. In one of the more famous anecdotes regarding Diogenes, he is said to have wandered the streets of Athens during the day with a lantern, searching for an honest man. Some would suggest that the act of carrying of a lantern in the daylight on this particular search is the poet’s task, imbued with both an air of futility and yet vital for humanity understanding itself. Can you please comment.
Ilyas Tunç: I was born in Ordu, a small city on the Black Sea coast in Turkey. But I have been living in Sinop for eighteen years. Built on a peninsula it is a castle city where Sinopian Diogenes was born and spent his childhood. A few years ago his statue was built in the Lonca Gate, the entrance of the city.
Yes, Diogenes wandered the streets in the full daylight with a lantern. When asked what he was doing, he would answer, “I am just looking for a good man.” He found nothing, but rascals, scoundrels, despots … This phrase, on the one hand, manifests an irony in itself. On the other, it reflects the tragedies of the age when Diogenes lived. There has been a great number of tyrants throughout the human history, which doesn’t mean that no good man exists. Indeed, the lantern in his hand symbolises hope. People must search until finding. What Diogenes said, to an extent, is true, but not completely. For the earth gives birth to good men such as Steve Biko, Ken Saro Wiva, Che Guevera, Deniz Gezmi…
We can commend on this credo in another way. Diogenes might have thought that the good men hadn’t dared to appear because of the majority of the bad ones. If so, what he said is a call, not a complaint.
As for poets, they must witness their ages, and know the sources of the badnesses. Knowing is not sufficient, speaking out is also needed. Poetry expresses something indirectly. In my opinion, a poet doesn’t invite the reader to act in a certain way. However, he or she invites us to be aware of what’s happening. Sinopian Diogenes, if he had wanted, could’ve said “Where are you all good people?” Or “Is there a good man around here?” But he preferred to make an irony, which is an indirect way of expressing.
NT: Interestingly, another anecdote connected to Diogenes tells of him asking Alexander the Great to get out of his sunlight when the emperor asked the philosopher what favour he could bestow upon him. You, in an earlier interview, talk of how “power hides reality, but poets bring it to light”. Can you extrapolate on the relationship between the poet and power? And also the poets role in the relationship between ordinary citizens and power?
CONTINUES BELOW
IT: As a relative concept, goodness is based on the power. The power also means wealth and richness. If you’re poor, you have nothing to grant. Alexander the Great represents the power, which stands between the sun and Sinopean Diogenes. Really, what the power grants you has been already seized by force from others. And it gets back what it gives you because it never wants to share inherently. Sharing in equality is a more human approach to the problems. The power sometimes does the weak a favour to cover its cruelty. It means that tyrants can turn into angels of goodness. The reality is hidden at this very moment when tyrants turn into angels. However, the poet is like a child who cries out “The King is naked” as in the story. Telling the truth requires courage. Indeed, there is no difference between these two statements, “The King is naked” and “Get out of my sunlight”.
As regards to the poet’s role in the relationship between ordinary citizens and power, naturally he/she is on the side of ordinary citizens. And he/she must tell them that tyrants aren’t angels of goodness.
NT: In an age of mass media, celebrity obsessions, a move away from the literary (reading poetry, novels), the difficulties in poets getting published, et cetera, do you think there is a need for poets to reinvent themselves? Or is this, perhaps, happening already in performance poetry sub-genres?
IT: In the modern age, popular art rules over the true art. Popular art is an industrialised art, which is produced on demand and is daily consumed. It is superficial and ordinary, and has no aesthetic values, but it is understood more easily by the masses. This is why it is so widespread. As an indispensable part of popular art, media creates an image to put it on the market. That’s to say, you must have an image through media before your poems are published so that a mass of readers are ready for following you. In this case, the poet’s image becomes more attractive than his poems. Once you are a part of media, it is not important what and how to write.
Poetry can be read loudly in spite of the fact that it is something visual as a written material. An ordinary reader wants to believe in what he/she listens to. Nevertheless, understanding comes before believing. If you want the reader to understand directly, you can fall into the trap of easiness. Poetry writing is not writing a letter. In everyday life people mostly use words in their real meanings, which match up with our communicative language. But the words used in written poetry shouldn’t serve as in the daily life as long as entering into a poem. They must gain associative, metaphorical, transcendent, visionary and imaginary meanings. If you perform your poem, you must consider these risks.
NT: You talk of having met poetry as a young man (when one “felt more intensively and deeply”). When and how did this happen? Can you describe your relationship over the years? How has age affected your relationship with poetry, and your relationship with writing poetry?
IT: I began to write poems in my adolescence. My early poems, which expressed a fragile love, were far from carrying literary value. My first poems which have, I believe, a literary value were published in the first issue of the literary magazine named Yeni Defne, in 1977. For a long time, until the early1990s, I haven’t published my poems. It is because those poems didn’t reflect a genuine poetic style. As a matter of fact, the poems that took place in my first collection were the ones written as of the 1990s. Today, I believe that a collection of poems must have an internal coherence in terms of both formal pattern and theme. I can also say that the common themes in my poetic journey evolved in time from love to philosophy and mythology. Writing poems had been an irresistible passion for me until I discovered translation as an alternative literary activity. Translating poems is a creative and enjoyable way of involving in poetry.
NT: Do you have a routine when writing poetry? Can you go into that routine, and also charter the course of your poems from inspiration through conceptualisation to articulation? Perhaps speak both generally and, also, can you take the reader through the specifics of the process for Fetus Gunlugu?
IT: Actually, I do not have a routine regarding poetry. But for the most part, I prefer to write poems at night. I don’t smoke or use alcohol, but I consume a considerable amount of coffee. I concentrate on the theme by making a deep research before writing it. I get knowledge about the theme from different sources such as books, people, movies, encyclopedias … I benefit from almost everything in life; objects, photographs, local songs and stories, nature and myths. In fact, I’m not a poet who believes in inspiration. I can’t wait for some words from somewhere or someone. I try to create my own inspiration by myself.
I began to write my third collection Fetus Gunlu, it means Diary of a Fetus, after I got a great deal of knowledge about a fetus for a quite long time. Generally, I start with the key word or line, which gets me to write the other lines. In the process of writing, I choose the most necessary words. I omit out the unnecessary ones. Using the words economically is important for me. Rhythm and musicality are the necessary elements of a poem, so are images. In my opinion, a good poem must draw a picture in the reader’s mind, and take him out of the daily reality. After I finish the draft of a poem, I forget it for some time to correct my mistakes later. This gap of time provides me an opportunity to think over it more carefully. I’m a lucky poet because my family members are my first volunteer critics, my wife and two daughters. My daughters are also poets and especially my wife, as an art teacher, criticises my poems. When I read the finished poem to them, they review it. If necessary, I can edit the lines or words. It gives me joy that my daughters read the new poem loudly. Finally, I send it to a literary magazine, the poetic views of which overlaps with mine.
NT: You make the very important distinction of how good poetry comes from the use of the poet’s mind. Can you explain this further, and also describe what happens when, and the pitfalls of using the act of writing poetry as, a sort of therapist’s couch which many aspirants poets appear to do?
IT: Poetry is an expression as other branches of art. Poets have to release what they feel in them. This is an expression, a flow of feelings from our heart. Indeed, there is a buffer zone between our conscious and subconsciousness, where poetry occurs. While the raw words release out from our subconsciousness, they are refined or eliminated by the poet. As Viladimir Mayakovsky said: “Poetry is the same as radium output. A year of work, labours in a gramme. You are processing for the sake of one only word, thousand tons of verbal ore!” Poetry is a difficult work, which is done by mind. It is not a gift from the gods.
NT: What are the major themes examined in your poetry? Where does this sit within the context of the broader Turkish poetry milieu? In We Spoke of Sand, your sensitivity to the transience in life is palpable. Please comment.
IT: The themes that are frequently observed in my poetry are loneliness, death, pain, love, alienation, sense of desolation, memories of childhood, wars and poverty. Sometimes I let myself get carried away by the magic of a word. It calls up the other words to stir me to write. The flow of words can flash up the topic instantly.
I believe that the themes a poet dealt with during his or her poetic journey is dependent on not only his or her personal experiences, but also on his or her country’s history. In this regard, Turkish people witnessed so many wars, sufferings and injustice that it becomes almost impossible for a poet from this country to be insensitive to these issues. However, today, the social and political sensitivity in poetry seems to have been replaced by a more individualist voice. Nonetheless, there are still important poets who have succeeded to refer to social matters in their own authentic style. As far as my thematical standpoint is concerned, I can say that there are only a few poets who use mythological elements in their poetry as frequent as I do.
Your opinion about We Spoke of Sand is true. The feeling of temporariness of the life predominates in this collection. Understanding the transience in life purifies you from evil values such as hostility, animosity and rapacity.
NT: In an earlier interview you say:” What drove me to translate South African poetry is that my eagerness to see how the culture, traditions, beliefs, social life and religions of the people from different races reflect on the poetry.” What are your observations of South African poetry as the reflector, and of South African society as reflected through the poems you have encountered?
IT: In the course of my translation work, I got some observations about your country, which reflect the social life. It can be said that Afrikaans poets pass over the social themes, and their poems are predominantly pastoral. So, we can see the magnificent landscapes of South Africa in their poems. Some European rooted poets have been influenced by Ted Huges, DH Lawrence, William Shakespeare, William Butler Yeats, William Wordsworth, Thomas Eliot, John Milton. Mostly, the black poets touch upon the social problems such as poverty, freedom, HIV/Aids, rape, nepotism, exile, etc … They also take Zulu and other native cultures as in hand.
For example; the reader can see the household goods in a Zulu hut through Mbuyiseni Mtshali’s poem Inside my Zulu Hut, and how Shaka was born from fireflames in his another poem The Birth of Shaka from the Fireflames. And I learned that the crime rate of raping women is rather higher by the poems Angifi Dladla’s Seven Soldiers laughed on Christmas Day, Makhosazana Xaba’s The Silence of a Lifetime, Vonani Bila’s Beautiful Daughter. Before I came to Durban, I experienced the life in Grey Street through Mafika Gwala’s poem. Dennis Brutus’ poem Remembering June 16 demonstrated how terrible student uprising in Soweto was. Kobus Moolman’s poem Three View of a Karoo Veld and Kelwyn Sole’s Karoo showed me the wonderful landscapes of Karoo. I can give more examples of the poems reflecting the social life in South Africa.
NT: You have translated SA poets from various cultural and linguistic backgrounds, including isiZulu and Afrikaans. What have been the major difficulties? Please provide examples.
IT: I can fairly confess that I don’t know isiZulu and Afrikaans. Altough the majority of the poets I have translated were those writing in English, I also tried to find the English versions of the poems in the native languages to bring them in Turkish. To this end, I have established contacts with numerous poets. They helped me in overcoming the difficulties that I had met in the translating process. Thanks to the precious contributions and help coming from the SA poets, I completed an anthology of SA poets in Turkish. Unfortunately, there were important poets who were lacking in this anthology since I haven’t accessed their works.
NT: You have also worked with Robert Berold in translating your own work into English. What difficulties did you encounter in that process?
IT: Robert Berold is one of the most supporting poets to my translation works of South African poetry and my own. By the way, I must thank to him so much. He doesn’t know Turkish, but we worked on the English draft of the poems. He wrote me the points on which he had difficulty, and asked for my explanations on them. I sent my comments by emails. We worked four or five times on the same poem so that the reader could taste as if it was written in English.
NT: What is the secret to a good translation?
IT: It is a very difficult work to translate a poem. Poetry is written through native language and carries its semantical features. But translation reproduces poetry which was a local art in another language. Through translation, people know each other’s cultures, traditions, and life styles. We can invent the culture of a county through its poetry. Knowing different cultures all over the world gives us a joy of living together in peace, and create a tolerant atmosphere between people. So, I believe translation literature is a contribution to the world peace.
The translator’s patience is the most essential thing for this knotted work. If you want to translate a poem, you have to learn the poet’s life, poetic views, and inner world. A good translator must also be a good searcher. After working on it a few times, I put it somewhere for some time. This enables me to see it more objectively when I return to it again.
NT: You mentioned financial difficulties in getting the SA collection of poetry published in Turkey. Where is the project at the moment, what are the issues?
IT: Poetry is a special field of art which interests very few readers. So, publishers say that it doesn’t sell much. The manuscript of the anthology I prepared consists of 575 pages. The publisher says it will cost too much. Nevertheless, he says he will publish it as soon as possible. If it is delayed, I’ll be looking for a sponsor from Turkey or South Africa. I applied for the South African embassy in Ankara via email for its sponsorship, but they advised me to search [out] some businessmen and institutions in South Africa. I toiled on this translation work too much in spite of the fact that it is a non-profitable work.
NT: Have you thought about what you will say at the Istanbul Book Fair when you talk about SA poetry? Any chance of a preview for Mail & Guardian readers?
IT: As a poetry translator, I’ve been studying on South African poetry since 2005. So, there are many things to say about it. Here are some details which came to my mind instantly: South Africa is a country where eleven different languages are spoken officially. Zulu language is the most common one, of which name comes from Shaka Zulu (1787-1828) the founder of the Zulu kingdom.
Modern Zulu poetry is based on praise poem (isibongo), a kind of poetry which is performed with drums to praise the leaders of the tribes. This oral tradition of African poetry affected many South African poets such as DJ Opperman and Antjie Krog who write in Afrikaans and Wopko Jensma and Sydney Clouts who write in English.
The oral poetry was spread from rural areas to urban areas as a performance poetry in the 1980s. Performance poets, most of whom are black people, drew the attention of public to apartheid, moral corruption, poverty, unrighteous distribution of income, favoritism, etc, through their poems. Zolani Mkiva, Mzwakhe Mbuli, Alfred Temba Qaubula, Sandile Dikeni, Ike Mboneni Muila, Lesego Rampolokeng represent this poetry movement.
The reason why the black poets wrote their poems in English was to create an international public opinion on apartheid policies.
Mongane Wally Serote, Sipho Sepamla, Oswald Mbuyiseni Mtshali, Christopher van Wyk, Mafika Gwala, Don Mattera became the significant poets of the 1970s.
In 1969, Mongane Wally Serote was arrested by the apartheid government according to the law of terrorism. After he spent nine months in the prison, he was found innocent and released.
Dennis Brutus became a prison mate of Mandela in Robben Island.
Also, the white poets experienced the force of the apartheid policies, For example, Jermy Cronin was found guilty of connecting with the South African Communist Party, and sentenced to seven years.
In the 1960’s a new generation of the white poets including Douglas Livingstone, Sdney Clout, Ruth Miller, Lionel Abrahams, Stephen Grey rose up in South African poetry.
In the period when the apartheid was practiced heavily, Lionel Abrahams dared to publish Mongane Wally Serote’s Yakhal Inkomo and Mbuyiseni Oswald Mtshali’s The Sound of a Cowhide Drum.
In 1980 a group of writers left South African Pen Centre in Johannesburg, and founded AWA. (African Writers Association)
It was seen a burst of performance poetry in the 1990’s. And the Botsotso Jesters group appeared with the claim of that they would embrace all the cultures and interpret them in a new synthesis.
In 1994 Nelson Mandela opened the democratic Parliament with the poem The Child by Ingrid Jonker.
And, so many thanks for you to release my voice to the South African poetry readers.
THE WITNESS ( A South African newspaper)
Poets on pilgrimage
09 Oct 2009
Stephen Coan
POET, playwright, novelist, academic and diplomat Malawian David Rubadiri, a grand old man of African letters, spoke of being “on pilgrimage” in South Africa when giving the keynote address on the opening night of Poetry Africa earlier this week.
Rubadiri’s pilgrimage had led him to the Centre for African Literary Studies (Cals) on the university’s Pietermaritzburg campus where he has spent several weeks reading and researching. “I am enriching myself … and something might come out of that,” he said when we chatted there last week.
As a boy, Rubadiri attended King’s College in Budo, Uganda, a school initially founded in 1906 to educate the sons of chiefs but later it was opened to all. There Rubadiri began “fumbling around with short stories” that were duly published in the school magazine. Rubadiri went on to study in England, including a stint at Cambridge where his English tutor was E. M. Forster. “He was a very loveable kind of person. His work had a great influence on me, not just his novels but the essays collected in Two Cheers for Democracy.”
Rubadiri subsequently became Malawi’s first ambassador to the United States and to the United Nations following Malawian independence in 1964. In 1965, he fell foul of President Hastings Banda and went into exile. His 1971 novel No Bride Price was critical of the Banda regime. “One felt angry — Dr Banda turned like a chameleon into a different kind of person.”
Rubadiri was reappointed Malawi’s Permanent Representative at the UN after Banda’s death and subsequently became vice chancellor at the University of Malawi, retiring in 2004, leaving him free to go on pilgrimage.
Turkish poet Ilyas Tunç had also made something of a pilgrimage to Poetry Africa, from the village of Sinop on the Black Sea coast of Turkey where he is enjoying a prolific retirement after many years as an English teacher. “Poetry can bridge countries, differences, cultures and traditions,” he says. Tunç built many of those bridges himself, translating South African poets into Turkish — an anthology featuring 40 South African poets is about to go to press. They can also be read in a literary supplement published weekly in a Turkish national newspaper with a circulation of 80.000 which means more people are reading South African poets in Turkey than here.
Tunç first made contact with South African poets via the Internet: “I found a poem by Karen Press on the Internet. I managed to find her e-mail address and contacted her and she linked me to other poets.”
Another poet at home on the Internet is Liesl Jobson, who works as a journalist for the South African literary website Book SA. She’s also published 100 Papers, a collection of prose, poems and flash fiction — “as haiku is to poetry, so flash fiction is to the short story: condensed, tight, tiny” — and a poetry collection, View From an Escalator.
“Wheels within wheels” is how Jobson sees the relationship of her Internet journalism to her other writing. “When one cares about the literature of a country there is a desire to get involved. Working on the website allows me to engage with people, to talk about poetry and literature — it feeds one’s own artistic endeavours.”
Jobson is also a musician. She has a B.Mus degree and plays the bassoon, occasionally in the concert hall. “I’m on the B-list, they use me when no one on the A- list is available”
Jobson says her musical training benefits her writing. “It gives you the capacity to listen to rythms, to think structurally about your writing, to hold multiple voices and themes together. And there is also the discipline of daily practice,” something she has transferred to her writing and a discipline she thinks everyone would find useful. “If I was president I would make everyone write a poem once a week.”
Sindiwe Magona has been writing poems since school days in the Transkei where she was born. “But I kept them to myself,” she told me.
Magona is an award-winning author of plays and novels. “Feisty” is how the Washington Post described her autobiography To My Children’s Children. The adjective is one she herself lives up to. Magona obtained her matric by correspondence while she was a single mother of three, of no fixed abode, and while working as a domestic servant.
She subsequently obtained a BA from the University of South Africa, as well as a M.Sc in organisational social work from Columbia University. In 1993, Hartwick College (U.S.) awarded her an honorary doctorate in humane letters and in 1997, she was a fellow of the New York Foundation of the Arts in the nonfiction category. She worked as a translator at the UN in New York for 20 years. Her first collection of poetry, Please, Take Photographs, was launched at Poetry Africa.
Magona first went public as a poet after a 1994 visit to a South Africa which was gearing up for its first fully democratic elections. “I wrote a poem that I felt so strongly about that I read it in a café in New York.”
The poem was called Fear of Change. “I was on holiday and I saw such hope on people’s faces and it just frightened me. I knew those hopes were going to be dashed.”
“These people were going to vote — but what’s that going to change in your life? That is what frightened me.
“Life doesn’t change because you can vote, it changes because you do something about your life. Political change is not social transformation.”
|
Essaysan interview with ilyas tunç by botsotso , a poet from Turkey
Vonani BILA Who is Ilyas Tunç and when did you encounter poetry ? I was born in 1956 in Ordu, Turkey. I taught English in the primary schools for twenty eight years. Last year I became retired. And for sixteen years I’ve been living in Sinop, the city of the famous philosopher, Sinopian Diogenes. I think you heard his famous saying: “Only stand out of my light.” What is the state of poetry in Turkey? I think the state of poetry in Turkey is the same as in the other countries. Poetry is written through words or language. So, everybody who knows language thinks that he/she can write it easily, but they don’t know how to write it. It is not to unburden your heart or not to write a letter. In the process of writing a poem, you should use your mind if you, as a poet, want to create a psychological and spiritual atmosphere in the reader’s inner world. This is one of the reasons why poetry is perceived wrongly. How does the government respond to poets, especially radical poets ? Government means power. Power displays the same features and attitudes everywhere in the world. There aren’t any special cases related with Turkey. The reason why poets and powers don’t agree with each other is that power hides reality, but poets bring it to light. But the only thing which hides reality is not the power. All authorities, such as traditions, morals, beliefs, religions, rotten rules of society, hide reality. Hiding reality is in the same meaning with disliking changes. But, poets always want to create a new world. In this case, poetry is for transformation, while authority is for status quo. If you come out of status quo, it is inevitable to be jailed or exiled. Thus, both you and we have many exiled and jailed poets; Don Mattera, Denis Brutus, Jeremy Cronin from you, Nazim Hikmet, Rifat Ilgaz, Sebahattin Ali from us, and the other ones we don’t speak of. Who are the leading Turkish poets and why? There are a lot of leading Turkish poets, such as Tevfik Fikret (1867-1915), Yahya Kemal Beyatli (1884-1958), Mehmet Akif Ersoy (1873-1936), Nazim Hikmet Ran, (1901-1963), Fazil Hüsnü Daglarca (1914- ), Melih Cevdet Anday (1915-2002), Can Yücel (1926-1999), Cevat Çapan (1933- ), Hilmi Yavuz (1936- ), Metin Altiok (1941-1993), Ataol Behramoglu (1942- ), Hayati Baki (1949- ), Ahmet Erhan (1958- ), Küçük Iskender (1964- ) etc. And what are the characteristics which make them more important than the others? For instance; Melih Cevdet Anday, one of the founders of “the New Poetry” called Garip, diverged from it later. He fed his poems with philosophy and mythology. How is the political environment? Are poets and artists free to “sing their truths”? First of all, Turkey is a democratic, secular and justice country. For ages Anatolian people have lived together in peace, freedom and brotherhood, although they’re from different races, religions, languages and cultures. Turkish people had a lot of civil, social, and legal rights by the foundation of the new Turkish Republic in 1923. We live in a modern country. In my opinion, a religion is a tool of deriving benefits from people or nations. It has been used in this way for ages and ages. Let’s remember the words of Desmond Tutu: “When missionaries came to South Africa, we had the land, they had the Bible. Then they told us, ‘Let’s close our eyes and pray.’ When we opened our eyes we saw that we have the Bible, they have the land.” How organised are the poets and writers and translators in Turkey? If writers’ organisations exist in Turkey, how do they promote the work of writers? What activities do they perform? In Turkey there are a number of associations and syndicates which bring writers, poets and other artists together to proclaim their ideas and feelings. As for me I’m a member of the Writers Syndicate of Turkey, Turkish Authors Association and Professional Association of Owners of Scientific and Literary Works. Before getting retired from teaching, I was a member of the Union of Education Workers. These associations independently live by the pays of their members and the supports of sponsors. They organize poetry readings, book fairs, readers’ day, seminars and festivals. In these activities the works of writers are presented to public. What are the general and recurring themes that characterize your poetry, and generally the Turkish poets? Poets are really the people who rise against all kinds of power and dogmas. Whatever disturbs my inner world can be the theme of my poetry. I think there is a word like this from Dostoyevsky: “Writing is to get rid of the jinn in me.” How hard or easy is to publish in Turkey? In South Africa there is reader apathy, usually as a result of low literacy levels. How would you explain poetry and its readership? It is too hard to have a poetry book published in Turkey, but as I said before if you write false and ordinary poems as a famous film-star or a singer, your book can be published easily and it can be the best seller. But I must state that the publications of the leading poets such as Nazim Hikmet, Orhan Veli, Fazil Hüsnü Daglarca, Metin Altiok, Ataol Behramoglu, Hilmi Yavuz etc, sell the best. In Turkey the young and talented poets can’t reach to their own level easily. Unfortunately the poetry criticism is mostly made by the poets in my country. But a poem must be criticised or commented by an academician, not by a poet. The criticism made by poets can’t be objective and impartial. Some low poets can reach to the high level by writing about each other in literature magazines. What are some of the highlights of your “career” as a poet and translator? I began the work of translation with South African Poetry about three years ago. My three translation manuscripts I said of above will be published this year. These are the poetry prizes I have ever got: Ali Riza Ertan Poetry Award (1994), The Poetry Award of Damar Literary Magazine (1995), and Orhan Murat Ariburnu Poetry Award (1995). I give talks on poetry and perform my poems at readings and festivals. In 2007 I was last invited to the third Izmir International Poetry Festival. What prompted you to develop such an affinity towards South African poetry? Who introduced you to South African poetry and when was that? Who was the South African poet you encountered first? What drove me to translate South African poetry is that my eagerness to see how the culture, traditions, beliefs, social life and religions of the people from different races reflect on the poetry. And also I wanted to bring the people of the two countries together through poetry. Karen Press is the first poet I translated in Turkish. I remember writing to her in the aim of asking for the email adresses of some South African poets. But here, I must state a name especially: Robert Berold. He is the most helpful poet with my translations, and in presenting Turkish poetry in South Africa. Nowadays we are in a co-translation work with him. Later I began to write to the poets such as Alan Finlay who published some English versions of Turkish poems in New Coin, Micheal Cope who, Mzi Mahola who gave me an interview for a Turkish poetry magazine, Karen Press, Gabeba Baderoon who sent me her books ‘A Hundred Silences’ and ‘The Dream in the Next Body’, Kelwyn Sole, Angifi Dladla who answered my questions about Zulu poetry, Vonani Bila, Lesego Rampolokeng, Joan Metelerkamp who posted me her own publications and a selection of Ruth Miller, Charl-Pierre Naude and the others… I can’t utter all the names here, because there are more than thirty. How does South African poetry compare with Turkish poetry, if at all there are similarities? In Turkey before the 1980 Military Coup there were student movements, general strikes, boycotts, kidnappings, and street fights. I see the same case in South Africa. Your people experienced the same social events such as 16 June 1976 Students’ Rising-Up, and the death of Steve Biko under torture in 1977. In this period of 1970’s both Turkish and South African poets wrote the poems related to socialist realism, freedom, equility, peace, poverty, sisterhood and brotherhood. After 1980’s in Turkey the poetry had a turning from these themes, and was drifted into an individual path. And a similarity is with your praise poem. In the Divan poetry of the Ottoman Empire there is a laudatory poem dedicated to the Sultans. We call it “Methiye”. But today it is written no longer. Who are your favourite South African poets, and why? There are so many poets whose poems I enjoy reading. Unfortunately, I couldn’t reach some important poets and publications of South African poetry because of my shortage of the sources. For instance; I wish I had read “Emperor Shaka the Great” of Kunene, “Yakhol Inkomo” of Mongane Wally Serote, “The Sound of a Cowhide Drum” of Mbuyiseni Oswald Mtshali, “Mad Old Man Under the Morning Star” of Tatamkhulu Afrika, “A Dead Tree Full Of Live Birds” of Lionel Abrahams, “The White Hail in the Orchard” of Patrick Cullinan, and “The Iron Cow Must Sweat” of Breyten Breytenbach etc… These are my favourite Turkish poets: Tevfik Fikret as a poet of free, rational and scientific thought; Yahya Kemal Beyatli as a poet who mixed the traditional Ottoman poetry with the Turkish modern poetry; Nazim Hikmet as a poet of socialist realism; Fazil Hüsnü Daglarca as a living epic poet; Cahit Külebi as a poet who modernized the Turkish folk poetry; Can Yücel as a poet who used a swearing and ironic tongue; Hilmi Yavuz as a poet of sophisticated tongue and mysticism; Cevat Çapan as a poet of simplicity and sincerity; Gülten Akin as a poet who has presented a traditional, patriarchal society’s themes from a female perspective; Melih Cevdet Anday as a poet of philosophy and mythology; Hayati Baki as a poet of nothingness; Kucuk Iskender as an avant-garde poet and Metin Altiok as a poet of blues and pain, etc… Website developed by Lynn Danzig |
İlyas Tunç’la ‘Sesler, İncelikler’…
‘Şiirin geleceği düş gücünün geleceğidir’
Sorular: Orhan Tüleylioğlu
– Sevgili İlyas Tunç, şiir serüveninizden bize söz eder misiniz ? Şiir yazmaya ne zaman, nasıl başladınız ? Şiir, yaşamınızda ne gibi değişikliklere yol açtı ?
Evet, şiir bir serüvendir; insanların kendilerini rahatsız eden duygulardan kurtulmak ya da onları paylaşmak istedikleri anda atıldığı bir serüven… Ancak, bu noktada şiirin asla bir iç döküm değil, bilinçli bir eylem olduğunu vurgulamam gerekiyor. Bazı istisnaları olsa da, bu serüvenin başlangıç çizgisi, duyguların en yoğun yaşandığı ilk gençlik yıllarıdır. Ben de o yıllarda başladım şiire. Yazınsal anlamda ilk şiirlerim, 1977’de Yeni Defne dergisinin 1. ve 2. sayılarında yayımlandı. O zamandan 1990’lara kadar çok sayıda şiir yazmama rağmen dergilere göndermedim. Dönüp baktığımda doğrusunu yapmışım, diyorum. Çünkü, bütün bu şiirler farklı arayışların ürünleriydi. Bu yüzden, 1990’dan önce yazdığım şiirlerin hiçbirini kitaplarıma almadım. Gerçekten de, Kuzeysu, Yazılı Günler ve Biçem dergilerinde sık sık göründüğüm 1990’lı yılların ilk yarısı, benim şiir serüvenim için bir dönüm noktasıdır.
Yalnızca Türkiye’de değil, diğer ülkelerde de şairlerin telif haklarıyla geçindiklerini söylemek oldukça zor. Bu anlamda, şiir yaşamımda bir değişikliğe yol açmadı. Ama, bir şair olarak katıldığım etkinlikler, imza günleri, tanışmalar, bitirilen bir şiirin heyecanı, yeni bir kitabın çıkması yaşamımı renklendiriyor diyebilirim. Özellikle bir değişimden söz edilecekse, şiirin yarattığı değişim içsel yaşamımızla ilintilidir. Şiir, duygusal ve zihinsel dünyamızı zenginleştirir.
-Şiirinizden söz eder misiniz ?Örneğin, yıllar önce Mehmet H. Doğan, çıkardığı yıllıkların birinde şiiriniz hakkında “1940’ların kısa erimli şiir biçimiyle 1990’ların öyküleme dilini ustaca birleştiriyor” diye yazmıştı. Bu görüşe katılıyor musunuz? Şiirlerinizin kaygısı nedir?
O zamanki yazdıklarıma; özellikle ilk iki kitabımdaki şiirlere göre doğru bir tanımlamaydı. Ancak, süreç içinde şiirimin daha da katmanlaştığını, uzun soluklu dizelerle tarihe, felsefeye, mitolojiye, dinsel ve toplumsal olaylara göndermeler yaparak düşünsel bir derinlik kazandığını söyleyenler olmuştur.
‘Şiirlerinizin kaygısı nedir, derken, niçin yazıyorsunuz anlamında soruyorsanız şöyle yanıtlayabilirim: Okuru imgesel bir alana taşımak, farklı düşüncelerle kendini yeniden sorgulamasını sağlamak. Söz konusu kaygı, mekan değişikliği duygusuyla bağlantılıdır. Şiir, okurunu kendinden uzağa düşürmelidir. Kendinden uzağa düşmek, buradan oraya; yani gerçeklikten imgesel bir alana geçmek anlamına gelir. Bu, diğer bir tanımlamayla, nesnel gerçekliği imge yoluyla aşmaktır. Nesnel gerçekliği, müzik, resim, tiyatro gibi diğer sanat dallarıyla da aşabiliriz. Ama, bu noktada şiirin içsel sesi dile getirmedeki güçlü etkisini göz ardı edemeyiz. İçsel sesin etkisi, imgelemle doğru orantılıdır. Şairin özgürlüğü ‘imgeleme yönelmiş bilinç’te anlamını bulur. İmgeleme yönelmiş bilince müdahale imkansızdır. Böylece şair, hem kendine, hem de okura bir özgürlük alanı açmış olur.
– Geride bıraktığınız dört şiir kitabınıza bugün nasıl bakıyorsunuz ?
Çocukluk, akşam, yol, yolcu, gurbet, aşk, ölüm gibi izleklerin yer aldığı, kısa şiirlerden oluşan ilk kitabım Kış Bir Alkış mıydı”, 1992’de Biçem Yayınları’ndan çıktı. Olumlu eleştiriler aldı. Yayımlanması için özel bir çaba göstermemiştim. Ama, o zamanlar Sayın İhsan Üren’in cesaretlendirici sözlerinin bu kitabın ortaya çıkmasında önemli payı olduğunu da ifade etmeliyim. Diğer kitaplarımda olduğu gibi ilk kitabımda da tematik ve biçimsel bir bütünlük sağlamaya çalıştım. Kısacası, bazı şairlerin yaşadığı ilk kitap ezikliğini yaşamadım.
İkinci kitabım Kül ve Kopuş (Damar Yayınları-1995), izlek olarak yalnızlık ve ölüm duygusunun ağır bastığı, nesne-insan ilişkisine yaslanan kısa şiirlerden oluşuyor. Sağlam bir blok yapının ve savruk olmayan bir imge dokusunun egemen olduğu söylenen bu kitabımı, ilkinin bir devamı niteliğinde görmek yanlış olmaz.
Üçüncü kitabım Fetüs Günlüğü (Pervaz Yayınları-2002), bir fetüsün anne karnındaki serüvenini anlatan 38 bölümlük tek bir şiirden oluşuyor. Şiirimizde şimdiye dek işlenmemiş bir konuyu ele almasına rağmen yeterince üzerinde durulduğunu sanmıyorum.
Ekin Yayınları’ndan 2004’de çıkan Savrulmalar, bir yandan felsefeyle şiirin, sözle eylemin, akılla duygunun ilişkisini irdelemeye çalışan, öte yandan yabancılaşmanın ve teknolojik kirlenmenin insandaki olumsuz etkilerini ortaya koyan bir düzyazı şiirler toplamı. Bence, düşünsel kaygıların ağır bastığı bir kitap olduğu içindir ki Savrulmalar’ı şiirsel denemeler olarak adlandırmak daha doğru olur.
Bugün, “Kış Bir Alkış mıydı”dan bu yana yayımladığım her kitabımda kendi içinde bir bütünsellik yakalamaya, hiç değilse birbirini dışlayan şiirlere yer vermemeye çalıştım. Bu da sanıyorum, bir şiiri yazmadan önce, yazdığınız şiirin nasıl bir kitapta yer alacağı kaygısından kaynaklanıyor.
-İnsana şiir yazdıran şey nedir ?
Şair, kendinden yola çıksa da doğadan ve toplumdan soyutlanmış bir varlık değildir. Dış dünyayla sürekli etkileşim içindedir. Yaprak bitleriyle toz zerreciklerini ayırt edebilen karıncalar gibi duyargalarını başkalarının görmediği, sezmediği alanlara yönlendirebilir. Onu rahatsız eden her şey, şiir yazmasının nedenidir. Nesnelerin diliyle konuşur şair. Canlı, cansız ayrımı yapmaz. Kendini, kırık bir şamdan ya da bir tespih böceği yerine koyabilir. Üzüntü, sevinç, öfke gibi duygularını okurla paylaşmak ister. Paylaşmak, yükten kurtulmaktır. Şiir, insanı yükten kurtarır. Ne ki, sysiphos örneği, sırtınızdaki kaya kütlesini dağın doruğuna bıraktığınızda aşağıda yeni bir kaya parçası sizi bekliyordur. Bu anlamda, yaşamın ağırlığı ya da katlanılmazlığı da şiir yazdırabilir şaire.
-Şiir okurunun az olduğu, şiir kitaplarının az sattığı ve hatta şiir kitaplarının kitapçılarda yer bulamadığı bu dönem ile ilgili düşünceleriniz neler ?
İletişimi mümkün kılan şey anlamın daralması; yani aynı nesnelere aynı adlandırmanın yapılmasıdır. Oysa şiir, leb deyince leblebiden başka şeyler de verir. Okudukça çoğalan bir şiiri tercih eden okurlar artmadığı sürece şiir kitapları az satacaktır. Elbette, şiir kitaplarının az satmasının başka nedenleri de var: Medya ve kitle iletişim araçlarının şiiri yanlış algılatması, şiirden çok şair imajının ön planda olması, bazı dergilerde yayımlanan sıradan şiirler, toplumsal gelir düzeyi, yayımcıların şiir kitaplarına telif ödemeye pek yanaşmamaları, elektronik ağlardaki şiir siteleri vb…
– Şiirin ve insanlığın geleceği konusunda düşünceleriniz neler ?
Ekolojik anlamda insan, yeryüzünü yaşanılmaz hale getiriyor, böylelikle kendi sonunu hazırlıyor gibi görünüyor. Yine de, ulaşılacak teknolojik ve bilimsel düzey sayesinde , insan yaşamının başka ortamlarda, ya da başka gezegenlerde devam edeceği düşüncesini dikkate almak gerekir. Asıl ilgilenilmesi gereken şey insanoğlunun bugünkü durumu: Vahşi kapitalizm, savaşlar, dinsel sömürü, açlık, nükleer silahlanma, yoksulluk, küresel ısınma, eğitimsizlik, ırkçılık, aids, işsizlik, sanal gerçeklik, ekolojik yağma v.b… Bir de genbilim alanındaki ilginç gelişmeler… Bugünlerde İngiltere’de bilim adamları ‘yarı insan, yarı hayvan, hibrid embriyolar’ın geliştirilmesi için parlamentodan gerekli iznin çıkmasına çalışıyorlar. Dinsel ve ahlaki açıdan tartışılması gereken bir girişim. Ancak, bilimin bütün tabu ve dogmaları yıktığı tarihsel bir gerçekliktir. Çünkü, insanlığın geleceğine yön veren düşünce, daima bilimsel düşünce olmuştur. Bu nedenle, insanlık kaçınılmaz bir sona yaklaşırsa, kurtulacak olanlar bilimi önder edinen halklar ya da uluslar olacaktır. Geçenlerde, bir gazetede Norveç’te kıyamet senaryolarından yola çıkılarak tarımsal geleceğin korunması amacıyla Alp Dağları’nda bir bitki gen bankasının ya da ambarının inşa edildiğini okumuştum. Gelişmiş ülkelerin uzayda yaşanabilir koloniler yaratmak için yaptıkları uzay harcamalarını zaten biliyoruz.
Şiirin geleceği, dilin ve düş gücünün geleceğiyle bağlantılıdır. Çünkü, dilden ve düş gücünden doğmuştur şiir. İnsanoğlu, dilini ve düş gücünü koruduğu sürece şiir de varlığını sürdürecektir.
– “Sesler, İncelikler” adlı dosyanız Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü’ne değer görüldü. Bu ödüle ilişkin neler söylemek isterseniz.
Türk devrimini her zaman, her yerde sonuna dek savunmuş ‘Kuvay-ı Milliye pınarının en arı suyu’dur Ceyhun Atuf Kansu. İnsanoğlunun mutluluğu ve halkların sömürüden kurtulması için kaleme almıştır dizelerini. Şiiriyle yaşamı örtüşen, özü sözü doğru bir insan, bir aydındır. Anadolu coğrafyasını gerçekçi bir gözlem ve betimlemelerle aktarmıştır. O, sadece Anadolu coğrafyasıyla değil, Asya’sı, Afrika’sı, Amerika’sıyla bir yeryüzü şairidir; insan ve doğa şairidir. Birey olarak sorunlara yaklaşımı gerçekçi ve iyimserdir. Umutsuzluk ve yılgınlığa yer vermez. Toplumculuğu bir parti öğretisi olarak değil, insancıl bir öğreti olarak algılar. Dolaylı anlatımdan, söz ve biçim oyunlarından kaçınır. Nesneleri olmaları gerektiği gibi adlandırır. İşlevsel bir şiirdir onun şiiri. İşlevsel, ama lirik !.. Tam da bu noktada, halkının özlemlerini, sevinçlerini, acılarını, yaşam savaşını yalın ve içten bir söyleyişle dile getiren bağımsızlıktan yana, yurtsever, cumhuriyet aydını böyle bir şairin ödülünü almaktan büyük bir sevinç ve gurur duyduğumu belirtmek istiyorum. 1986’dan bu yana verilen bu ödülün, Türk şiirinde kurumsallaşmış ve saygın bir yer edinmiş olması sevincimi daha da pekiştiriyor.
– “Sesler, İncelikler” dosyanızdan söz eder misiniz ? Ve mümkünse dosyanızdan bir şiiri bizimle paylaşabilir misiniz ?
“Sesler, İncelikler” üzerinde en nesnel değerlendirmeyi elbette ki, okurlar ve eleştirmenler yapacaktır. Öte yandan, sorunuza karşılık vermek zorunda olduğumu da hissediyorum. Bu dosyadaki şiirlerde, lirik bir söylemi ve sözcüklerin çağrışım gücünü ön plana çıkarmaya çalıştım. Diğer şiirlerimde taşıdığım ‘okunabilirlik’ kaygısını bu şiirlerimde de taşıdım. Yeni anlam katmanları ve ritim duygusu yaratmak için dize tekrarlarına yer verdim. Her bir şiirin kurgusal ve yapısal bir bütünlük taşımasına özen gösterdim. Yer yer anlam boşlukları yaratarak okurun düş gücüne yer açmayı denedim. Evet, şiirlerden birini sizinle paylaşmak belki de bu yorumlara yenilerin ekleyecektir:
her şeyden bir şey kal
kalır…
küflü bir gül, bir tırtıl sevinci, kırıntısı bir bulutun… her şeyden bir şey… eğreltilerden, çekirgelerden, kınkanatlı böceklerden… her şeyden… çok eski bir ürperti, mekan bilmez bir telaş, tuhaf bir korku gibi… her şeyden bir şey… lir kuşları çıkıverir çalılıktan, korsanlar terk eder körfezleri… ne kalır ? sobelenmiş bir bakış, bir tekne iskeleti, ölgün bir fener belki…
ya benden ! ey, batık amfora, dalgın balıkçıl ! ey, unutulmuş incelik ! ya benden…
su geçirmez bir saflık, zarsız bir çekirdek kalır… her şeyden bir şey kalır… anofeller uçar, sıtmalar kalır; salgın geçer sinsi bir virüs… en çok da sabır kalır iyi örümceklerden, tanrılardan uysal bir öksüzlük ya da… ey, yengeç fosilleri ! tebeşir zamanlar ! ey, sahipsiz larvalar ! ya benden; ya benden ne kalır ! kanlı bir pıhtı, bir ölüm öpücüğü, paralel doğrular kalır…
her şeyden bir şey…
kalır
– Ceyhun Atuf Kansu’nun şiiriyle sizin şiirinizin örtüştüğü yer neresi ?
‘Sesler, İncelikler’ deki şiirler bağlamında düşünürsek benim şiirim, lirizm, yalınlık, içsel ses ve çağrışım zenginliği açısından Ceyhun Atuf Kansu şiiriyle örtüşüyor diyebilirim. Ayrıca, çocuk sevgisi ve doğa tutkusu da Kansu şiirinde önemli bir yer tutar. Özellikle, ilk iki kitabımda benim de çocukluk imgelerini ve doğa motiflerini kullandığım görülür. Somut bir şairdir Kansu; benzetmeleriyle duyanın zihninde imgeler yaratan canlı bir dil kullanır. Gürültücü, buyurgan, kibirli sözcükleri sevmez. Dizelerine yansıyan çoşku ve sevincin arkasında kendini kolayca ele vermeyen bir hüzün gizlidir. Tam bir ortak payda gibi düşünülmese de, bu ve benzeri özellikler Kansu şiiriyle benim şiirimin yakınlığını arayanlar için ipuçları olabilir.
– Yeni çalışmalarınız var mı
Kendi şiirlerimle birlikte son birkaç yıldır çeviriyle de ilgileniyorum. Hazırladığım Çağdaş Güney Afrika Şiiri Antolojisi yayımlanmayı bekliyor. Öte yandan, Amerikalı şair Martin Espada’dan seçmeler, ‘Evrensel Yayınları’ndan yakında çıkacak. Yine, matematik profesörü Çinli şair Cai Tianxin’in’in bir şiir kitabını İngilizce baskısından çeviriyorum. ‘Sesler, İncelikler’ dışında yayıma hazır bir şiir dosyasıyla, sanat, kültür ve şiir üzerine düzyazılardan oluşan bir başka dosyam daha var. Ayrıca, günümüz Türk şiirini dünyaya tanıtmak amacıyla zaman zaman Türkçe’den İngilizce’ye çeviriler de yapıyorum.
Cumhuriyet Gazetesi Kitap Eki
10 Temmuz 2008, sayı: 960
Kavram ve Karmaşa Dergisi’nin Yaptığı Söyleşi
Sorular: Hayati Bak
Sevgili İlyas, neden şiir? Üstelik, bu yükselen alçak değerler dünyasında? !…
Sözcüklerin en önemli işlevi nesneleri imlemesidir. Adlandırma da deriz buna. Ancak adlandırılmış nesneler üzerinde egemenlik kurabiliriz. İletişim aynı nesnelere aynı adlandırılmanın yapılmasından doğar. ‘Masa’ nın masa, ‘ırmak’ın da ırmaktan başka bir şey olması düşünülemez. Bu anlamdır; nesnelerin özüne bulaşarak onlarla özdeş kılınmıştır. Kısacası; sözcükler nesne ya da olguları kovalayarak her biri sadece birini imlemiştir. Dili toplumsal kılan anlamın bu şekilde daralmasıdır. Oysa, sözcükler nesnelerden sayıca fazladır; yani her durumda nesneleri imleyemeyen sözcükler olacaktır. Anlamsız bir boşlukta şaşkın şaşkın dolanıp duran bu beceriksiz sözcükler kendilerine bir mekan ararlar; ki o mekan şiirdir. Orada anlamsızlık anlama dönüşür. Şiirde anlam nesnel gerçekliği aşarak sağlanır. Şair durumu tersine çevirerek boşlukta kalan sözcükleri geri çağırır. Bu kez, birden fazla nesne bir tek sözcüğe tutunmak zorunda kalır. Böylece çağrışım ve anlam zenginliği sağlanmış olur. Bütün bunlar akla yaslanarak yapılır. Ama, uygulanabilirliği olmadığı için ölçütleri de yoktur şiirin. Şair kendinden yola çıkar. Bu yüzden bilimsel değil, özneldir şiir.
‘Neden şiir?’; ki nesnel gerçekliği başka bir şeyle değil de niçin şiirle aşmaya çalışıyorsun, anlamında açımlarsak; şiirin içsel sesi dile getirmedeki güçlü etkisidir, derim. Aynı zamanda; bireyin öznel gerçekliğini de barındıran içsel ses bilinçli bir şekilde dile getirilmezse şairi iç döküm tuzağına düşürebilir. İç döküm, şairin boşluktaki bütün sözcükleri geri çağırarak seçme özgürlüğünü kullanmamasıdır. İçsel sesi yakalamak bilinç altını kurcalamakla sağlanabilir. Orada birikenler şairin kontrolünden geçerek açığa çıkarlar. Bu, oto sansür değil, estetik kaygıların dayattığı bir durumdur. ‘Yazmak, varlığımızdaki hayaletleri atmaktır’ diyordu Dostoyevski. Şiir hem iyileştirir, hem yüzleştirir. Şairin, ‘yükselen alçak değerler’ dünyasına katlanabilmesi için şiirden başka seçeneği yok. Peki, ya şiir de giderse !
“son günlerde yükselen / yeni değerlerden sonra / kısacık bir dizeyi bile / kurtarmakta güçsüzüm / bak nasıl da akıyor / sözcükler hep borsaya / şimdi bütün endişem / ya şiir de giderse ! / şiir ki kar getirmeyen / vadesiz bir hisse / giderse gitsin mi, diyorsun / ah çapraz kurlar içinde / kurumlanan acemi oğul ! / deliceler sardı diye / kesilir mi hiç meşe / ne hesapsız düşünce / çünkü insan da gider / şiir giderse” (1)
peki, şiir deyince, akla imge geliyor nedense? Sonra, elbette başka değerler: kapalılık; anlaşılırlık, kendiiçinlik, anlamlılık-anlamsızlık; öykülü şiir; düzyazı şiir; sen, nerede duruyorsun? Türkiye’de genel durum ne?
Nerede okumuştum hatırlamıyorum, şöyle bir öyküydü: Bir Avustralya yerlisi sürülerinin resmini yapan ressama sorar: Hayvanlarımızı alıp götürürsen ne ile yaşarız biz?
Bu korku ve endişenin nedeni imgenin gerçeklikle bir tutulmasıdır. İmgenin gerçeklikle bir tutulması ilkel insanda soyut düşüncenin yeterince gelişmiş olmamasından kaynaklanır. Soyutlamanın olmadığı bir yerde estetik haz oluşmaz. Çağdaş insan artık imgeyi gerçeklikle bir tutmuyor, gerçekliği imgeyle aşıyor. Eski büyüyü bozup yeni bir büyü yaratıyor. Bilinçli olarak yapıyor bunu. Dolayısıyla korku ve endişe yerini hayranlığa bırakıyor. Hayranlıkta bizi haz duygusuna ulaştırıyor.
Yukarıdaki öyküden yola çıkarak ressamın tablosunu sözcüklere aktarabilirsek şiirsel imgeyi yakalayabiliriz. O halde öncelikle bir görüntü ortaya koyar imge. Tablonun bütünselliği şiirin de bütünselliği anlamına gelir. Octavio Paz’ın “Şiir tek bir imgedir ya da parçalanamaz imgeler burcudur.” (2) sözlerini hatırlamanın sırası sanıyorum.
Çağdaş şiirin dizeden söze kaydığını düşünüyorum. Ama bu söz; bir dizenin imge, ses, ritim gibi özelliklerini de içinde barındıran, şiirdeki diğer sözlerle bağlantısı içinde düşünülmesi gereken, düz yazıya çevrilemeyen bir sözdür. Birinin eksikliği şiirin tüm yapısını alt üst eder ki bu da tek başına anlamı olmadığını gösterir. Yaşadığı toplumsal ilişkiler sonucu parçalanmış ve yabancılaşmış bir birey olan şair, tercihini ‘parça güzelliği’ni yansıtan dizeden yana değil, sözden yana kullanmalıdır ki bütünlüğe varabilsin. Ancak, bütünlüğe varma çabaları daralmaya, giderek tıkanmaya yol açabilir. Bu durumda o, yeni anlam katmanları ve sıçramalar yaratmasını bilmelidir.
Bana gelince, sevgili Hayati, düşünsel ve duygusal katmanların temayı gizlediği düzyazı şiire daha yakın konumdayım sanıyorum. Yukarıda sıraladığın değerlerin önündeki sıfatların önemli olmadığını sen de biliyorsun. Bu söyleşi benim ‘şiire yakın’ durduğumu onaylıyorsa inceliğin için teşekkürler ediyorum.
Günümüzde; imgenin bütün dokuya yayıldığı çok iyi şiirler yazıldığı gibi, imge yaratma endişesinin giderek ‘imge için imge’ ye dönüşmesi sonucu savruk, anlamsız, marjinal şiirler de yazılıyor. Diğer taraftan iç döküm tuzağına düşmüş, dilin imgesel gerçekliğe dönüşmediği, kuru, sıradan, sığ şiirler de…
Şiir duygu mu akıl mı; esin mi yapma mı?
Şiir de insana özgü tüm etkinlikler gibi aklın ürünüdür kuşkusuz. Düşünce duyumsal algıların zihinsel tasarımlara dönüşmesi sonucu gerçekleşir. Duygu, bu ikisi; yani duyumsama ile tanıma, arasındadır. Duyumsal algıları adlandırıp soyutlayan akıl, duyguyu aşar. Bu yüzden düşünce geleceğe yöneliktir, duygu geçmişe. Akıl isterse, eski güzel günlerden bahsederek duygusal bir atmosfer yaratabilir. Bu hatırlamadır. Zihinsel tasarımların yeniden duyumsal algılara kaydığı andır. Ne var ki algı ortadan kalktığından-çünkü geçmişte gerçekleşmişti -söz konusu olan artık duyumsal tasarımlardır. Her duyumsal tasarım bir tekrarlayıcı imgelemdir. Tekrarlayıcı imgelem lirik şiire kapı açabilir.
Bütün bunlar, şiirin bir kurgu ve ön çalışma -yoğunlaşma da diyebiliriz- sonucu gerçekleştiğini gösterir. Dolayısıyla, ‘yapılan bir şey’ dir şiir. Yapılan bir şey olması teknik bir araç düzeyine indirgemez onu. Tam tersine; şiir, organik doğayı görev dışı bırakan tekniğe rağmen insanı yabancılaşmadan kurtarmaya çalışır.
bir de, şiirde simge; şairde imaj: bana çok tehlikeli görünüyor!
Şiirde aynı imgeler kullanıla kullanıla kalıplaşmış mecazlara dönüşebilir; ki bunları simge olarak da adlandırabiliriz. Simgede anlam tektir; bu yüzden okurla şairi uzlaştırsa da sözcüklerin çağrışım gücü kalmadığından daralma ve tıkanmaya yol açar. Divan ve halk şiiri bu tür örneklerle bezenmiştir. “Kaldır perçemini görem yüzünü / Yüzüne dökülen teller öğünsün.” Karacaoğlan’ın bu dizelerinde sevgilinin yüzünü görmenin başka seçeneği yoktur. Diğer halk şairleri için de durum farklı değildir. Divan şiirinin mazmunları da birer simgedir. Simgelerin ortak kullanımı türkülerden doğmuş olabileceğini akla getirir. Şairin kendi simgelerini yaratması öznel gerçekliğine hapsolması anlamına gelir; ki bu, ortak simgeler kullanmasından daha tehlikelidir. O zaman şiir gizemciliğe indirgenir. Ancak; şairin kültürel derinliğini, bilgi birikimini yansıtan, göndermelerle yüklü şiirleri gizemci saymak haksızlık olur. Gizemcilik, dili nesnel gerçekliğe değil, yalnızca işaretler sisteminden ‘farklı bir işaretler sistemine’ dönüştürür.
Sanırım şöyleydi: “Güzellik Lux’le başlar. Özel formülleri sayesinde siz de genç ve güzel kalabilirsiniz.” İmaj sorunu olan şairlerin özel formülleri olsa gerek. Aslolan sözdür, ki görüntüyü de o adlandırır. Aksi taktirde, tırnak içindeki metne ne gerek vardı? Şair hep muhaliftir, öznel gerçekliği nesnel gerçeklikle sürekli çatışma içindedir, acısı imgeleminde kurguladığı dünyanın gerçekliğe dönüşememesinden kaynaklanır. Genç ve güzel kalmak isteyenler gövdelerini ön plana çıkarabilirler. Sonrasını Michel Henry’den dinleyelim: “Medya, dokunduğu her şeyi çürütür. Medya önemli, hatta temel bir şeyle- bir eser, bir şahıs, bir düşünce- karşılaşsa da, onu güncele yerleştirerek, anında dayanıksız olan şeyin içine dahil eder, çünkü bir an için bu önde oluş tarzıyla, bu Öz’ün varlığı, yani kendi zamansallığına göre yaşamın kendi içinde büyümesi artık mümkün değildir.” (3) Her şeyi yanılsamaya dönüştüren imaj şairle müteşairi birbirine karıştırır: ” içimdeki bataklığa / ufacık bir ada olsun / diyerek tutunduğum / şiir de çekti elini / yapıştı damağa dil / sözler ki küflü peynir / akıl masum bir tilki / sızıyor bak duygulara / ey çamur çağ, tatlı zehir ! / ey imajlar sağanağı ! / her bedene aynı çizgi / her yakada farklı bir kir / kiremitsiz çatılardan / nasıl da aktı makyaj / şimdi şairler karga / kargalar kurnaz şair / ben kapandım odama / ince kurlar peşinde / ayarlanan bir şiir / ada olur mu ki hiç / bataktaki adama” (4)
peki, şair? aaa, şair çıplak mı?
Modern çağın en önemli özelliği Geosentrik ve Heliosentrik görüşleri tarihin çöplüğüne bırakmasıdır. Rasyonalizm kilisenin sarsılmazlığına ilk darbeyi vurarak laik dünya görüşünü de beraberinde getirdi. ‘Atlar at olarak doğar, ama insanlar insan olarak doğmaz, oluşturulur’ sözlerinde anlamını bulan Rönesans Hümanizmi insanı ‘kul’ dan ‘birey’ katına çıkardı. Ne var ki; meta gelişimi bireyi ‘özgür köle’ konumuna indirgeyerek kendine yabancılaştırdı. Anlamsız bir evrende korkunç yalnızlığını duyumsayan insan yeni tanrılar, fetişler yaratmakta gecikmedi: Ricky Martin’ler, Lambada’lar, Adidas’lar, Coco Cola’lar, blue jean’ler… Sonuçta; ‘Hoi Polloi ‘ bir kültür çağdaş bireyin kimliğini ve kişiliğini yitirmesine yol açtı. İşte bu noktada şair, hem medya ve iktidarın dayattığı değerleri sorgular, hem de ‘yerleşik bir yabancı’ olmanın trajik yazgısını yaşar. Sorgulamak olanları açığa çıkarmaktır. Oysa ” otorite, gerçeği gizler; gerçeğin düşmanıdır.” (5) Öyleyse çıplak olan kraldır, sevgili Hayati, şair hep çocuktur ve çocuk kalacaktır.
aydın mıdır, yoksa?
‘Şair çıplak’ olmadığına göre aydındır elbette. Toplumsal bir tip, bir sıfat değildir burada kastedilen. Onun aydın kimliği aklını kullanmasında, bilgi birikiminde, gözlem gücünde, nesneleri derinliğine algılayabilmesinde, sözcükler arasında bağıntı kurabilmesinde ve de ‘masaldaki çocuk’ örneği gerçeği söyleyebilmesinde anlamını bulur. Ama; masaldaki çocuğun gerçeği söylemek gibi bir endişesi yoktur, onunki bir kralın çıplak da olabileceğini kabul edememezlik, bir şaşkınlık durumudur, diyenler çıkabilir. İyi ya; şairi gerçeği söylemeye iten neden de bu kabul edememezlik, bu şaşkınlık durumu değil midir zaten.
“şairin bunca çoğalması toplumumuzun geri kalmışlığını gösterir.” diyor Melih Cevdet Anday.benzer şeyleri Pablo Neruda da söylüyor: ‘Şiirin Gücü’ yazısında: “Erkek ve kadın öyle çok yeni şair ortaya çıkıyor ki, yakında hepimiz şaire benzeyeceğiz ve okurlar kaybolacak.”
Cemal Süreya da bu konuda, “Şiir ise, kendi akışı dışında, kapitalist ölçülere göre yararlanılacak yanı olmayan bir sanat türü. Asi bir sanat. Bu yüzden para- mal- para düzenine pek ayak uyduramıyor, ‘başka özel bir planda’ görünemiyor. Kapitalist sistem de kendine elverişli gelmeyen bu uğraş alanını kovuyor, gerilere itiyor.”(6) diyerek aynı tespitlerde bulunuyor. Ülkemizin kapitalist olduğunu ileri sürenler, şairden geçilmemesinin bu durumla çeliştiğini, söyleyebilirler. Doğrudur; çünkü sistem iyi şiirin önünü tıkayıp yoz şiire kapı açıyor. Duygularının sömürülmesine alışmış kitleler, duygularını sömürmeyen şiirin varlığından habersiz, İbrahim Sadri’ler, Yusuf Hayaloğlu’lar, A.Selçuk İlkan’lar dinliyorlar. Diğer taraftan; kolay yazılabilir sanısından hareketle, şiiri, derinliği olan, yoğun bir üretim olarak kavrayamayanların sayısı da az değil.
Okura gelince; şiir, okurdan, kültürel donanım, algı derinliği, estetik bilinç gibi donanımlar ister. Bir şiiri özümsemek için okur, öncelikle şairin sözcüklere yüklediği görselliği kendi imgeleminde canlandırabilmeli, anlamın da bu görüntünün içinde bir yerlerde devindiğini, sözcüklerin çağrışım gücüyle zenginleştiğini bilmelidir. Bu yüzden, Metin Altıok; “Ne var ki yaşamı bütün zenginliğiyle kavramaya ve kavratmaya yönelik söz sanatlarının en damıtılmışı olan şiirle, yaşamı küçültme ve sığlaştırmaya zorlanmış okur arasındaki kopukluktan daha doğal ne olabilir!”(7), demekte haklıdır.
ne dersin?: iktidar şairlerden korkuyor mu? Yoksa, şairler mi uydurdu bunu, kendilerini kadir göstermek için. yine, Melih Cevdet Anday, diyor: “Şairden korkmak felsefeden korkmak demektir.”
Melih Cevdet Anday’ın sözlerini, iktidarın felsefeden korktuğu gerçeğinden hareketle şairden de korkuyor, şeklinde yorumlamak yersiz olmaz. Çünkü şair, öncelikle felsefesi olan adamdır; anlamak, bilmek, tartışmak ister; bir aydındır, muhaliftir. Uzlaşmacı ve populist tavırlar sergilemez; duyarlıdır, insancıl ve barıştan yanadır. Şairlerin kendilerini kadir göstermek gibi bir endişeleri olacağını sanmıyorum. Şairin biricik gücü sözüdür. Söz, kendini nesne ve eylemde somutlar; bulup açığa çıkarır. Dilin doğasından gelir bu. Ama iktidar, birtakım sıkı düzenlemelerle, kısıtlamalarla, yönlendirmelerle kontrol altında tutar sözü. Felsefe de kontrolden çıkmış sözdür aslında.
şairin bir felsefesi var mı?: felsefesi?…
Şairin felsefesi işte bu kontrolden çıkmış sözde anlamını bulur. Nesnel dünyada karşılığı olmayan bir üst gerçeklik yaratır şair. Filozoftan farkı; onun, bunları imgeler, eğretilemeler, mecazlar kullanarak yapmasıdır. Bu yüzden şiir dili gündelik yaşamın mantığını aşar. Sözcükler nesneleri adlandırmaz, nesneler sözcüklerin ardına takılır. Çoğu zaman da bir ya da birkaç nesne alışılan anlamları dışındaki bir sözcüğü yakalar. Bu durum anlamsızlık sanılsa da aslında anlamın aşılmasıdır. Şair böyle ister ve yapar. Ama ne yaptığını, nasıl ve niçin yaptığını açıklamak zorundadır. Kısacası; şairin poetikası ‘üst gerçeklik’ kavramını tartışmaya açıyorsa şairin felsefesi de tartışmaya açılmış, demektir. Çünkü, her şiir şairini yansıtır anlayışı ‘üst gerçekliği’ soyut bir kavram olmaktan çıkarıp şairin kendi gerçekliğine dönüştürür.
politikaya ne dersin?: Salazar için söylenir; Portekiz’i üç F ile yönetirmiş, diye: Futbol, Fado, Fiesta. ben, Türkiye’nin üç F’sinin futbol, faiz, fuhuş (fahiş) olduğuna inanıyorum. bu üç F’nin ortak F’sinin, Folklorun ve Feodalizmin F’si olduğundan pek kuşku duymuyorum. sence, “Folklor şiire düşman” mı?
Sanıyorum Walter Benjamin’in; şöyle bir söz var: “Faşizm, kurtuluşunu, kitlelerin kendilerini ifade etmelerini (elbet haklarını tanımaya asla yanaşmaksızın) sağlamakta bulmaktadır.” Salazar’ın da kitlelerin ruhsal ve fiziksel enerjilerini açığa çıkarmayı bu üç F ile gerçekleştirdiği, böylece baskıcı yüzünü gizlediği doğrudur. Portekiz Edebiyatı anlatım özgürlüğüne ancak onun diktatörlüğü devrildikten sonra kavuşmuştur.
Ülkemizde iktidar “barbarlığın kullanılmayan enerji” (8) olduğunu aydınlarımızdan daha önce fark etmiş; bu yüzden kitlelerin kendilerini futbolla, pop müzikle, yoz şiirle, talk show’larla, tele-vole’lerle, diskoteklerle, alış-veriş merkezleriyle, magazin ve dedikodu dergileriyle, markalarla ifade etmesine izin vermiş; diğer yandan düşünceden, özgürlükten, barıştan, insan haklarından, yasalardan bahsedenlerin önünü tıkamıştır.
Toplumsal ve kültürel alanda bazı kalıntılarını yaşasak da ben genel anlamda feodalizmin aşıldığını düşünüyorum. Folklorun da uluslaşma sürecimizdeki katkılarını göz ardı edemeyeceğim. Futbola gelince; bu konuda Desmond Morris’in şu sözlerine yer vermek istiyorum: ” Bir futbol maçı sıradan bir vakit geçirme aracı değil, çok ciddi bir iştir. Yirminci yüzyıl kabile insanları kendileri avlanamadıkları için ilkel dürtülerini bu ikame faaliyette ifade etmelidirler….Çağdaş toplumda sevinç ve üzüntünün, zafer ve umutsuzluğun böylesine abartılı bir şekilde ifade edildiği başka bir olay yoktur.” (9) Bence asıl sorun; Desmond Morris’in belirttiği ’20.yüzyıl ilkel kabile insanları’ kavramının içinde yatmaktadır.
Folklor bir yerel kültür ürünüdür. Şair evrensel düşünmelidir. Örneğin; halk şiirinin basmakalıp biçimlerini, öğelerini, motiflerini, simgelerini kendi kurgu ve imgelem gücünün süzgecinden geçirmeksizin kullananlar için folklor şiirin düşmanıdır. Üstelik; bunların bir başka dile çevrilmesinde güçlükler çıkabilir. Ama; bir Bedri Rahmi, Cahit Külebi, Gülten Akın yerel kültür öğelerini evrensellik potasında eritebilmişlerdir.
son zamanlarda, şiir, sıklıkla okunuyor, yüksek sesle okunuyor. televizyonlarda şiir okuma showları var ve elbette şiir showmanleri de. sonra, şiir kasetleri, CD’ler…Recep Tayyip bile şiir okuyor. şiiri mi keşfettik ne?
Aslında şiir, görsel okumayı gerektiren bir edim. Çünkü, sesli okuma sırasında italik sözcükleri, üç noktaları, ünlemleri ve sese yansımayan diğer öğeleri algılamak güçleşir. Ancak; yine de görüntüden yalıtılmış bir ortamda bazı şiirler -ticari kaygılar gütmeden- yüksek sesle okunabilirler. Bu durum; iyi şiirin kötü bir yorumcu tarafından seslendirilerek şiire haksızlık edilmesine neden olabilir; ya da tam tersi. Beni asıl tedirgin eden, senin de değindiğin şiir showmanlerinin yoz şiire kapı açmaları; o zaman bazı showmanler ‘Ben Nazım’dan, Orhan Veli’den, Cahit Külebi’den, A.Muhip Dıranas’tan okuyorum, buna ne diyeceksin?’ sorusunu soracaklardır. Onlar, şiirsel imgenin tuvale aktarılmamış bir tablo gibi okurun bilincini beklediğini, şiirin kendi dışındaki görüntülere katlanamayacağını bilmezler. Daha da önemlisi; hazır görüntü J.Paul Sartre’ın şairin ve okurun özgürlüğünün kaynağı dediği “imgeleme yönelmiş bilinc”ine müdahale eder.
Recep Tayyip şiiri keşfetmiş olabilir ! Kimileri tarafından yanlış anlaşılmaktan korksam da bir örnek vermek istiyorum, sevgili Hayati. Damla’yı tanıyorsun; henüz ilkokul 3.sınıfa gidiyor. Bir süreden beri severek okuduğu iki şiir: Haydar Ergülen’den “Gece” ve “Kiralık”
ödüllerle ilgili düşüncelerini öğrenmek isterim. yarışmalarla, jürilerle falan filan…
Ödüle karşı değilim; ama bu kurumun işlevini yeterince yerine getirdiğini tahmin etmiyorum. Bir kısmının ayıklanması, gözden geçirilmesi gerektiği kanısındayım. Ayrıca; etik kuşkuların ortadan kalkması için jüri üyelerinin verdiği ödülün gerekçelerini açıklaması yerinde olur. Bugüne kadar ben de birkaç ödül aldım. Farklı düşünenlere saygı duyuyorum.
Türkiye’de şiir eleştirisi, eleştirmenler hakkında ne düşünüyorsun? eleştirmenler, şiir iktidarına oynuyorlar sanki. yooo, evet, oynuyorlar…
Eleştiri aklın ürünüdür. Akla yaslanması nedeniyle nesnel olmalıdır. Ona bu nesnelliği veren eleştiri kuramlardır. Deneyden çıkmamış da olsalar, eleştiri kuramları şair ve yazarların ürünlerinin bireşimi sonucu geliştirilmişlerdir. Bu anlamda; yani geneli yansıttıkları için doğru kabul edilirler. Ne var ki; eleştirinin insana özgü bir edim olması, işin içine öznelliği karıştırabilir. Orada beğeniler ve tercihler devreye girer ki söylenecek söz kalmaz. Eleştirmen bunu itiraf ediyorsa saygı, yaptıklarının başka türlü olamayacağını söylüyorsa endişe duyulur. Şair iktidarına oynayanlar- ki hepsi değildir- yaptıklarının başka türlüsünün olamayacağına inananlardır.
bir şiirin; oluş, yapılış, yazılış süreç ve serüveni: bu süreç ve serüven, nasıl gelişiyor sen de?
Çoğu zaman bir sözcükten, sözden ya da görüntüden yola çıkıyorum. Notlar almadan önce yola çıktığım şey; örneğin bir görüntüyse, bir süre belleğimde taşıyorum. Notlar alma aşamasında değişik kaynaklardan; kitaplardan, insanlardan, fotoğraflardan yararlanıyorum. Derken yola çıktığım ilk şeye -ilk dize değil- yeni sözcükler, sözler ekleniyor. Daha sonra bu malzemelere dilin inceliklerini katarak çatıyı oluşturmaya başlıyorum. İmgesel dokuyu şiirin bütünlüğüne yayabilmek, sıçramalar, anlam katmanları, sözcükler arasındaki organik bağ, farklı zaman dilimlerini bir araya getirerek insana tarihsel bir birikim olduğunu kavratmak gibi özellikler bu yapılış aşamasında ortaya çıkıyor. Yazılış süreci ise işçilikle iç içe gerçekleşiyor bende. İşçilikte özen gösterdiğim şeyler diğer şairlerin gösterdiklerinden farklı değil. Bu arada sesli okumaların ritmi yakalamama yardımcı olduğunu söylemeliyim. Şiiri bitirince birkaç gün unutmaya çalışıyorum. Ondan uzaklaşmak son okumada ona nesnel davranmamı; şiir olup olmadığına karar vermemi sağlıyor. Dergilere şiir göndermek böyle bir kararı gerektiriyor çünkü.
Rene’ Char, “Başını eğmek istiyorsan sadece aşk için eğ ve kırıl.” diyor. Sen, eğdin mi başını hiç?
Ben aşkı, aklın geri plana çekilip, duygu ve içtepilerin öne çıktığı bir saplantı; hipnoz durumu olarak görüyorum. Gerçekten de aşk, zihinsel faaliyetlerimizi düzenleyen dikkatin felce uğramasıdır. Karşı cinste yoğunlaşan akıl, diğer işlevlerini yerine getiremez; dış dünyayla bağlantılarımız kopar, karamsar, yapayalnız, içedönük bir insan olur çıkarız. Bedenin aklın yükünden kurtulma arzusudur aşk. Bu yüzden; yaşı yoktur dense de fiziksel enerjimizin en yoğun olduğu gençlik dönemini bekler. Uğruna her şeyi göze alması özündeki sahiplenme duygusundan kaynaklanır. Onu ‘iki kişilik’ kılan şey dikkatin birden fazla obje üzerinde yoğunlaşamayacağı gerçeğidir. Aklın doğada barınmadığı, duygu, sezgi ve içtepilerin akıldan önce geldiği düşünülürse aşk bir geriye dönüştür, denilebilir. Aşkta gövdelerin gürültüsü aklın sesini bastırır. İyi ki geçicidir; başlar ve biter. Çünkü; bu akıl dışı duruma katlanmak insanı deliye çevirir. Hiçbir öğretiyi, eleştiriyi, yargıyı kabul etmez; bu yönüyle sevgiden ayrılır. ‘Sana hala aşığım’ diyen yalan söylüyordur. Yaşam bize bu şansı bir -belki de birkaç kez- verir ancak. Rene’ Char’ın sözlerine gelince; katılamıyorum. ‘Aşka baş eğmek’ iradeyi gerektirir. İnsan aşk karşısında edilgendir. Aşk, zaten ‘baş eğme’ ve teslim olmanın diğer adıdır. ‘Başımın eğildiğini’ gizlemeyeceğim; ama kırılmadım. Aşk da ‘kırılma’ cinnet ya da cinayettir.
bütün bunlardan sonra kimdir İlyas Tunç?
” kimim ki ben şu sakin / söğüt ağacının altında / bir başına bırakılmış / diğerinden başka…/ yapacak bir şey yoksa…/ -‘evet, hadi gidelim’ / şapka, çizme…ıvır zıvır / hayat bir oyalanma / derken gecikti maya / ufka bakalım…birazdan / Godot ! ölüm ya da ütopya ! / yani yarım kalmış cümle / art arda üç nokta…/ ah benim olmayan ömrüm / edilgen bekleyiş, paranoya / hiçliğin eşiğinde hepsi / ayaküstü bir iki söz / sıkıcı bir buluşma / -sahi, neden geldim buraya” (10)
İlyas Tunç; ‘buraya neden geldiğini’ anlamlandırmaya çalışan, ‘diğerlerinden başka’ olmayan biri !
büyük bir bahçe içinde iri bir çınarın gölgelediği iki katlı küçük bir ev; ne dersin?
İyi de; biz de yok biliyorsun. Sen de nicedir Sinop’a gelmiyorsun; ki şu yaşlı ve tıknaz adaya bakan evinizin balkonunda özlem giderelim. Sahi; size şarap borcum olduğunu şimdi hatırladım. Ev deyince; M. Cevdet Anday’ın “Bir Sümer Tableti”indeki şu dizeleri geliyor aklıma: “Su basar memleketi / Suyun yüzü güneşin yüzüne bakar / Sök evini bir gemi yap.” Düşünüyorum da; sevgili Hayati, günler tekin değil, keşke ahşap mı yaptırsaydınız evinizi !
uzun yıllardır taşradasın: nedir taşra? oradan nasıl görünüyor dünya?
Modern iletişim araçlarının gittikçe daralttığı dünyamızda taşra hala bir uzaklık galiba. Uzak olmak; bilinmemek, farkında olunmamak, unutulmak gibi bir şey. Unutulmak; ‘gözden ırak olan gönülden de ırak olurmuş.’ Öyle de olsa; kimsenin gönlüne göre hareket etmeme özgürlüğü verebilir insana.
Yazılanlardan yola çıkılırsa; bir takım hizipleşmelerin, gruplaşmaların, incelik gösterme kaygılarının, polemiklerin, etik dışı tartışmaların edebiyat dünyasını kirlettiğini seziyorum. Şair ya da yazar imajını ön plana çıkarma etik kaygıları geri plana itebiliyor. Kuşkusuz bir genelleme değil söylenenler. Taşrada ise ne böyle bir imajın ne de böyle bir ortamın mümkün olmaması uzaklığı bir avantaja dönüştürebiliyor. Yine de; insan yalnızca yazılarından tanıdığı, telefonda sesini duyduğu, güzel insanlar olduğunu sezdiği kişilerle yüz yüze gelmek istiyor. Bu yüzden ara sıra da olsa Ankara’ya yolumu düşürmeye çalışıyorum.
‘Kış Bir Alkış mıydı’ ilk kitabın ve onu resim öğretmeni eşine, Türkan Hanım’a adadın: bu kitabında geniş zaman, geniş yer tutuyor. sonra, anılar, yakın tanıklıklar, duyumsamalar, gözlemler ağırlıkta. çocukluk ve çocukluğun üzerine neler söylersin bize?…
Şair, imgelerle düşünmesi nedeniyle gerçeklikle sürekli çatışma halinde olan bir insandır. Acısı imgeleminde kurguladığı dünyanın bir türlü gerçekliğe dönüşememesinden kaynaklanır. Ancak şiir hafifletebilir acılarını şairin. Belki de bu yüzden ‘yazmak kurtuluştur’ diyordu Geothe. Ne var ki; ruhsal durumu duygu ve düşünce dalgalarının yoğun baskısı altında kalan şair, yazma süreci boyunca huysuz, tedirgin, sinirli, içe dönük, kaprisli olabilir. Kısacası; katlanmak zordur bazı şairlere. Eşimin bana katlandığı yetmezmiş gibi, ilk okurum olarak destek ve güven de verdi ‘Kış Bir Alkış mıydı’ nın kitaplaşması aşamasında.
Senin de ifade ettiğin gibi, Kış Bir Alkış mıydı -son bölümü hariç- çocukluk anıları, tanıklıkları, gözlem ve duyumsamaları üzerine kurulmuş bir kitap.
Ordu’da; ‘serin taşlığında kovaların unutulduğu ahşap bir evde’ doğdum. ‘Daracık taş merdiveni’ inerek dupduru bir sokağa açılırdı evimiz. Bütün gün koşuşturmaktan yorgun ‘pirinç kapı tokmağını’ tıklatarak, ‘sofalara’ bırakırdım kendimi. Yürekleri de sofalar kadar genişti insanların. Ama bunlar o zamanlardı. Kısacası; gaz lambaları, teneke sobalar, üst üste katlanmış minderler, iğne oyalı peçeteler, dantelli raflar, reçellere üşüşen karıncalar, beyaz badanalı bahçe duvarları, aşırılmış erikler arasında acının, hüznün ve mutluluğun iç içe geçtiği bir çocukluktu bu. Sonra; ‘bir berber aynasında ışıyan ustura’ ve ‘bıyıklarımın terlediği’ günler. ‘Aşk beyazlıktır’ demişti berber; ki ben de ‘önlüğüme dadanan tüyleri üflerdim, görmezdim kaydığını köpüklerin fırçadan.’ Ama bunlar o zamanlardı. ‘Nedense bu günlerde eski şeylere artan düşkünlüğümden okunaksız zarflardan pul biriktiriyorum ben.’
ikinci kitabın ‘Kül ve Kopuş’u kızına, Sevecen’e adadın. Sevecen, bir şair adayı (mı?); deneme türünde daha bir istekli… acı, yalnızlık, kuşatılmışlık, boşluk, hüzün, karamsarlık, umutsuzluk var bu kitabında: “Yalnızlık; işte orda / bir devedikeni gibi / yüzünün ipeğini / çizip durmakta” diyorsun.
Sevecen’in ilk şiirlerini 1995’de ‘Varoş’ dergisinin 7-8. sayısında yayımlamıştı A. Hikmet Çeviker. Bir süre sonra H.Mehmet Doğan’ın ‘Adam Sanat’taki bir yazısına bunlardan alıntı yapması şaşırtmıştı bizi. Derslerinin yoğunluğundan dolayı uzun bir süre ara vermesini istememe rağmen yazıyor. Denemeleri; ki sen de okudun, sanıyorum şiirlerini aşıyor. Bakalım zaman ne gösterecek. Bir şeyler söylemek için henüz çok erken.
‘Kül Ve Kopuş’ hüzün kitabı gibi bir şey. ‘Suların ömrü kadar eski bir yolculuk’la başlıyor. Yolculuk boyunca acı, umutsuzluk, yitirmişlik, yalnızlık, boşluk, ölüm gibi duygular kuşatıyor okuru. Şair, nesnelerle konuşarak bu soyut sözcükleri somutlaştırıyor. Ölüm, ‘taş ustalarının söylediği bir türkü’; yitirmişlik, ‘metalin kutsanması’; acı, ‘tekneler arasında gıcırdayan bir lastik’; yalnızlık da ‘yüzünün ipeğini çizen bir devedikeni’ oluyor. Somutlaştırmanın ‘onu ben yarattım ama herkesin’ ilkesi, şairin bu duygularının okura da bulaşmasını sağlıyor. Peki; niçin bunca karamsarlık, bunca sıkıntı, diyeceksin. Ben de, bilincimizi harekete geçiren şeylerden biri de sıkıntılarımızdır, onları açığa çıkararak okurun kendi ruhsal dünyasını sorgulamasına yardımcı olmak istedim, diyeceğim.
Yalnızlığa gelince; sevgili Hayati, kumullardan başka hiç bir şeyin -ama hiç bir şeyin- olmadığı sonrasız bir çölde yürüyorum bazen. Nesnelerden soyutlanmış bu mekanda anlamsızlık ve hiç’lik hüküm sürüyor. Bir şeyler aramaktan yorgun ansızın yığılıyorum yüzükoyun. Ve oracıkta o devedikeni ! Trajik yazgım ! Kendimi bulmanın sevinci unutturuyor bütün acılarımı. Tepeden tırnağa anlama bürünüyor her şey.
sözcük seçimi, dize işçiliği mantıksal ve matematiksel: hatta, iki kitabında da otuz dörder şiir var. kim bilir, sözcükler de eşit sayıdadır, saymadım. biçimdeki ve özdeki bu uyum, çok sevindirici…
Öyküyü hatırlarsın: Çocuğun biri yontucuya, bu kayayı ne yapacaksın, diye sorar. Birkaç gün sonra gel de görürüsün, der yontucu. Çocuk geri döndüğünde şaşkınlıktan donakalır ve şunları söyler: Peki, o kocaman kayanın içinde bir at olduğunu nereden biliyordun?
Bu öykü, biçimin özden doğduğunu, ama özün de tek başına bir anlamı olamayacağını vurgulaması açısından ilginçtir. İlk bakışta, taş kütlenin artık biçimi katılaştırdığı sanılsa da, birkaç çekiç darbesi atı bir başka nesneye dönüştürebilir. Yani öz devingendir, ele avuca sığmaz, durmadan yeni biçimler edinir. Şiirde de böyle. Şair, sözcükleri kağıda aktarmadan önce zihninde bir takım kurguların, imgelerin, duygu ve düşüncelerin yoğun dalgalanmalarını yaşar. Belli belirsiz, bulutsu bir şey gelir gözlerinin önüne. İşte o bulutsu şey, ki öz de diyebilirsiniz, kağıda dökülürken asla kalıplardan, simgelerden, klişelerden geçmez. Yoksa anlam zenginliği sağlanamaz ve şiir bir kez okunup hemen tüketilen bir meta haline gelirdi. Tam tersine; bulutsu şey imgelerle, mecazlarla, eğretilemelerle, sözcüklerin çağrışım gücüyle yoğunlaşarak oluşturduğu biçimin içinde devinir durur.
Her iki kitabımda da otuz dörder şiirin bulunması rastlantısal bir durum. Sözcüklerin özenle seçimi, ekonomik kullanımı, aralarındaki organik bağ ve imgesel dokuyu bütünlüğe yayabilme kaygıları mantıksal ve matematiksel uyumu kendiliğinden getirmiş olabilir. Ancak; şair, matematiksel yapının şiirde daralmaya ve dengeye yol açabileceğini bilmek zorundadır. Daralma ve denge durağanlığa götürür; ki o zaman biçim mutlaklaşır, imgeler hareket alanı bulamaz. Bana kalırsa; bu durum çağrışımlar, sıçramalar, yeni anlam katmanları ve duygusal dalgalanmalar yaratarak aşılabilir.
herhalde yayımlanmamış Fetüs Günlüğü’nü sevimli Damla’ya; Savrulmalar’ı da kendine adarsın sevgili İlyas, yanılıyor muyum?
Evet; Fetüs Günlüğü’nü Damla’ya adayacağım. Bildiği için de, Fetüs nerdeyse genç kız olacak, baba, artık kitaplaştır şunu, deyip başımın etini yiyor. Ben de burada, kimselerin uğramadığı bu uzak kıyı kentinde Godot’yu bekler gibi bir yayımcı bekleyip duruyorum.
Yazdıklarımı kendime adamayı düşünmemiştim; ama neden olmasın? Savrulmalar’ı değil de son günlerde üzerinde yoğunlaştığım Sözler Kitabı adlı dosyayı adarım belki de kendime.
peki biraz da Fetüs Günlüğü’nden söz etsen…
Fetüs Günlüğü, S. Kudret Aksal’ın “Ölümümüzden sonraki yokluğumuz / Düşündürür bizi / Düşünmeyiz / Doğumumuzdan önceki yokluğumuzu” dizelerinden yola çıkıyor. Bu anlamda ‘doğmadan önceki yokluğumuzu’ sorgulayan bir şiirler toplamı. Bir fetüsün otuz sekiz haftalık serüveni yedişer dizelik bölümler halinde bir tek şiir olarak sunuluyor. Bazen Fetüs, bazen annesi, bazen de şair alıyor sözü. Örneğin; yirmi dördüncü haftada ölüm korkusunu ilk kez duyumsayan Fetüs şöyle sesleniyor: “ölüm bir eksik düğüm / gelir dolana dolana / sına onu, dedi ses / göbeğimin üstünden / ipek bir atkı gibi / sarıverdim boynuma / bir telaştı ki sorma” Sanıyorum, şiirimizde şimdiye dek denenmemiş bir tema Fetüs Günlüğü. Bir aylık bir bilgilenme ve yoğunlaşmadan sonra yedinci ayda, 12 Mayıs l996’da bitirildi. Bir ‘erken doğum’ diyenler olabilir. Yorumları, kitaplaştıktan sonra, eleştirmenlere ve okurlara bırakıyorum. Aynı zamanda; şiirde ‘kadın duyarlığı’ tartışmalarına da yeni bir boyut getireceğine inanıyorum. Niçin mi yazdım? “Logos Spermaticos”; yani ‘söz spermadır’ diyordu Kayserling. Ben de gebe bırakmak istedim bazı ruhları.
ya, Savrulmalar ne oluyor?
Savrulmalar da İhsan Üren’in belirttiği gibi ‘güme gidecek’ galiba. Sırası gelmişken; şimdiye dek yüz yüze gelmediğim, ama Kış Bir Alkış mıydı’ nın kitaplaşmasında moral katkılarını esirgemeyerek ön ayak olan İhsan Üren’e sevgi ve saygılarımı iletmeden geçemeyeceğim. Savrulmalar, yirmi yedi düzyazı şiirden oluşan bir dosya. ‘ Bana da yarasanın anlamlı çığlığı kaldı’ sözleriyle başlıyor. ‘Yarasa uçtu / Savruldu söz / Kurtuldum içimdekiler’den’ dizeleriyle sona eriyor. Bu şiirler, düşünsel birikimlerimin beni rahatsız ettikleri zamanlarda yazıldıkları için duygusal bir ağırlık taşımıyorlar. Zaten amacım da duygulardan değil, düşüncelerden kurtulmaktı.
Sevgili Hayati, bir de ‘Sözler Kitabı’ adlı bir dosya üzerinde çalıştığımı belirtmek istiyorum. “İnsanın kuyruğu da yoktur, yelesi de. Neresinden tutarsın onu? Ağzından çıkan sözden.” (11) diyor bir Bambara atalar sözü. Beni de sözlerimden tutsunlar diye kendime adayacağım Sözler Kitabı’nı.
teşekkür ediyorum.
Ben de; görüşmek üzere…
Alıntılar:
(1) İlyas Tunç, “Endişe” Düşlem Dergisi, 15.sayı, Temmuz l998
(2) Octavio Paz, “Kartal mı Güneş mi”,12.sayfa, Çeviren:Ali Cengizkan, Verso Yayıncılık Kasım l990, 3.baskı
(3) Michel Henry, “Barbarlık”, 150.sayfa, çeviren:Işık Ergüden, Ayrıntı Yayınları, Eylül 1996 1.baskı
(4) İlyas Tunç, “Batak”, Yeni Biçem, Ağustos 1998, 64.sayı
(5) Hayati Baki, “Şair ve Otorite,Şiir ve Yanılsama” 17.sayfa, Suteni Yayıncılık 1996, 1.baskı
(6) Cemal Süreya,
(7) Metin Altıok, “Şiirin İlk Atlası”,53.sayfa, Promete Yayınları 1992
(8) Michel Henry, age, 136.sayfa
(9) Desmond Morris, “Hayvan İnsan Sözleşmesi”, 98.sayfa, İnkılap Kitabevi
(10)İlyas Tunç, “Estragon”, Yeni Biçem, 60.sayı, Nisan 1998
(11)”Şiir Tapınağı” Hazırlayan:Sait Maden, 10.sayfa, Adam Yayınları l985
Kavram ve Karmaşa Dergisi
Mayıs 2000, sayı: 15