BİR BARDAK SU SİNOP YA DA ORDU

line

BİR BARDAK SU  SİNOP  YA DA  ORDU

Bir kenti yazmak, deyince aklıma Edip Cansever’in ‘insan yaşadığı yere benzer’ dizesi geliyor. Evet, Ordu’da doğdum. Çocukluğumu ve zihinsel, fiziksel becerilerin en yoğun yaşandığı ilk gençlik yıllarımı bu güzel kentte geçirdim. Zihinsel becerimi şiirle, fiziksel becerimi futbolla ortaya koyduğum yıllardı o yıllar. Bu yüzden Ordu, deyince aklıma birbiriyle çelişen iki olgu geliyor: Şiir ve Futbol! Orduspor’da futbol oynarken teknik direktörümüz Necip Cemal Gökalp’in şiir yazdığımı duyunca ‘bu çocuktan artık futbolcu olmaz’ dediği kulağıma sonradan gelecekti. Oysa ben, Erik Kantona’nın futbol ve şiir konusundaki bir demecini yıllar sonra okuduğumda hayran kalacaktım. Şöyle diyordu Erik Kantona: “Bana sorarsanız, Meksika’daki 1970 Dünya Kupası Finali’nde Pele’nin Carlos Alberto’ya verdiği pas ile genç Rimbaud’ nun şiiri arasında hiçbir fark yoktur. Pele’nin pasında da, Rimbaud’nun şiirinde de insanı derinden etkileyen, ona sonsuzluk ve ölümsüzlük duygusu veren bir güzellik anlatımı vardır.” Erik Kantona bunları söylese de Necip Cemal Gökalp hocam haklı çıkmış, ben futbolcu olamamıştım. Gerçekten de, futbolu bırakıp Yüksek öğrenim nedeniyle Ankara’ya, Gazi Eğitim Enstitüsü’ne gitmek zorunda kaldım.

Diğer taraftan, Ordu deyince bana çağrıştırdığı ikinci olgu, şiirdi. O yıllarda, 1970’li yılların başlarında, yerel Gürses ve Gündem gazeteleri vardı. O gazetelerde yayımlanmıştı ilk şiirlerim. Ne ki Ordu’da başladığım bu iki olgudan ilkine, futbola devam etsem bile bir gün veda etmek zorunda kalacaktım. Şimdi, bir şair olarak futboldan aldığım pası çağdaş şiirimize verebildimse ne mutlu bana! Oynayanlar bilirler ki sezgi, imgelem gücü ve düşüncenin ritmik bir eyleme dönüşmesidir futbol. Şiir farklı mı ki… Neyse, yıllar sonra bir gün, doğup büyüdüğüm kente bir şair olarak davet edileceğimi düşünemezdim. 1990’lı yıllarda, ilk kitabım ‘Kış bir Alkış mıydı’ çıktığında, ORSEV’den (Ordu Sanat Evi) bir davet almıştım. ORSEV, Ordu Sinemasının altındaki mekanda yürütüyordu etkinliklerini. Aydın ve Gülçin Üstüntaş ve İbrahim Dizman’la o yıllarda tanışmış olacaktım. İbrahim Dizman’nın Ordulu olmasa da yazdığı kitaplarla Ordu kültürüne önemli katkılarda bulunması, ‘insanın, yaşadığı yere benzediğinin’ bir kanıtı mıydı? Üstüntaş’ların ise Ordu’daki tiyatro faaliyetlerine, Türk tiyatrosuna yaptığı katkıları herkes biliyor.

Edip Cansever’in dizelerindeki gibi, Ordu’yu ‘yaşadığım yere benzeyecek’ kadar mekan tuttum mu, bilmiyorum. Ama, yaşadığım yıllarda mekan tuttuğum yerler vardı Ordu’da: Rumlardan kalma eski, ahşap evimiz, Sıtkı Can Caddesi, Menekşe Sokak, çocukluğumuzda hapishane olarak kullanılan Taşbaşı Kilisesi’nin çevresi, rıhtım, şimdi kocaman binaların yükseldiği kumsal… Sırası gelmişken, evimizin bulunduğu caddeye adını veren Sıtkı Can’ın, 1904-1958 yılları arasında yaşamış, Ordu Halkevi’nin yayın organı ‘Yeşilordu’ dergisini çıkarmış, Ordulu Şair Tıfli ve Fitnat Hanım’la ilgili kitapları da bulunan bir eğitimci ve araştırmacı-yazar olduğunu belirtmeliyim.

Şairler, çocukluklarını arayan, o dünyada yaşamayı düşleyen yalnız insanlardır biraz da… Gerçekten de hemen hemen tüm şairler de görürüz çocukluk ve ilk gençlik yıllarının onlarda bıraktığı izleri. Bendeki izlerine gelince; cumbalı evler, Arnavut kaldırımları, kumdan kaleler, aşırıp ceplerimize doldurduğumuz erikler, nedensiz kavgalar, mahalle maçları, kayaların arasında yengeç yakalamak, midye pişirmek, çay bahçelerinde 45’lik plaklar dinlemek, yazlık sinemalar, çizgi romanlar, sahilde arkadaşlarla gece geç saatlere kadar gezintiler… O zamanlar Ordu’da güneşimizi engelleyecek yükseklikte yapılaşmalar yoktu. İnsanlar gibi evler de saygılıydı birbirine. Sahil, boydan boya kumsaldı. O kumsalda top oynarken Eski Vali konağının bahçesindeki manolya ağacından gelen kokuyu duyardık. Terleyip susadığımızda Acısu’dan içerdik suyumuzu. 1970’lerden önce Fidangör girişindeki Köşk apartmanının olduğu yerde Ahmet Cemal köşkü dediğimiz bir köşk vardı. Acısu, o köşkün arkasındaki bir evin altındaki sarnıç gibi bir yerden akıyordu. Artık, evimizin önünden Boztepe’ye tırmanan yeşil jipler hurdaya çıktı. Babamı da tanıyan kalmamıştır o mahallede. Menekşe sokağa girmeden solda ufacık bir dükkanda ayakkabıcılık yapardı. Hani, güneşli günlerde kaldırıma atardı tezgahını; “hani, tahta çiviler tutardı dişlerinin arasında; hani, hoş geldiniz, kaç para, bu da yeter; hani, kanaat ve tefekkür; hani, hoşgörü ve nükte”; hani, tahta kalıplar, çirişler… Şafak Kundura: Celalettin Tunç. Böyle şeyler yazmıştım bir şiirimde. Evet, kimseler kalmamıştır onu tanıyan bu mahallede. Benimse, Ordu’ya her gidişimde dükkanın üzerindeki o terkedilmiş evimizi ziyaret edip anılarımı tazelemekten başka seçeneğim yok. Terkedilmiş; ama biliyorum ki duvardaki gaz lambasının beklediği birileri var. Biliyorum ki, kilerdeki değirmen taşı, hala öğütüyor zamanı. Biliyorum ki, yosun tutmuş taşlıkta geziniyordur bir tespih böceği… Bütün bu yaşanmışlıkları, özellikle ilk kitabıma, ‘Kış Bir Alkış mıydı’ya  yoğun bir şekilde, iç ve dış mekan unsurları olarak taşıdığımı düşünüyorum: Çiçek işlemeli peçeteler, gaz lambaları, beyaz badanalı bahçe duvarları, sokak kalaycıları, teneke sobalar, yüzükoyun tekneler, martılar, iskeleler, park kanepeleri, deniz kabukları, yengeçler… Evet, ‘yaşadığım yere benzemişim’ galiba!

Geceleri Boztepe’den, 450m rakımlı, türkülere konu olmuş bu yemyeşil tepeden  bakınca düşsel bir kente dönüşüyor Ordu. Kentler tepeleriyle güzeldir. O zamanlar kimsenin rağbet etmediği Boztepe’ye çıktığımızda hemen altında Zaferi Milli ve Taşbaşı mahalleri, solda Kirazlimanı (Keçiköyü) mahallesi, sağda ‘çıramızın yanmadığı’ Düz mahalle, biraz daha arkada Selimiye ve Aziziye mahallesi, ilerde yeni yeni gelişen Bucak ve Yeni Mahalle… Mezun olduğum Ordu Lisesi’nden ötelerde yerleşim yerleri yoktu. Ama, Tabyabaşı’nda üç kız vardı o zamanlar, üçü de yan yana!… Kendileri gitmiş, sembolik heykelleri dikilmiş. Biraz çirkin yontulmuş olsalar da bir kentin belleğini koruması açısından iyi düşünülmüş bir girişim. Sanat eserleri içinde bence en cüretkar ve kışkırtıcı olanıdır heykel. Çünkü, dokunulmak ister. Ama, ben Tabyabaşı’ndaki bu üç kız heykeline dokunamadım. Çünkü, içlerinden biri ‘pişt’ demedi bana. O zamanlar ‘pişt’ diyen kızlar vardı tabii… ‘Seninki geçiyor’ diye takılırdık arkadaşlarla birbirimize. Evet, onlar gitti, şiirler, türküler kaldı. Kentler, biraz da heykelleriyle güzeldir. Bir kentin tarihinin sessiz tanıklarıdır heykeller. Ben, Atatürk heykeli, Süleyman Felek büstü ve Tabyabaşı’ndaki bu üç kız heykelinden başka heykel görmedim Ordu’da. Yanılıyor da olabilirim. Meydanları olmayan bu güzel kentte, hiç değilse, binaların cephelerini süsleyen heykeller, kabartmalar görmek isterdim. Mümkün olmasa da! Mümkün olmasa da diyorum; çünkü, Türkiye’deki kentlerin hiç biri, kent mimarisinin en temel özelliği olan dış mekanı insan ölçüsüne, ihtiyaçlarına göre ayarlama özelliğini taşımıyor. Kentler, kent değil, taştan ev ormanları! Ama, yapılması mümkün olan şeyler var. Örneğin; Menekşe Sokak’taki evlerin restore edileceğini duydum. Eski mimarinin korunması, toplumsal kent bilincini karakterize eder, görsel bir kültür oluşturur. Bu anlamda, sevindirici bir haberdir, Menekşe Sokak’taki evlerin restorasyonu projesi.

            Fyador Mihayloviç Dosteyevski, “bir kentin yerlisi olmak, gidilecek bir yeri olmaktır” demişti. Yaşamım boyunca gidilecek yerlerim oldu benim de: Ankara, Ağlasun, Gölhisar, Çarşamba, Gümüşhane ve Sinop… Ordu’dan sonra, bu yerler içinde beni en çok etkileyen Ağlasun ve Sinop olmuştur. Öğretmenlik mesleğine Ağlasun’da başladım, eşimle orada tanıştım, 12 Eylül Darbesi’ni orada yaşadım. Akdağ’ın eteklerinde kurulmuş bu şirin, ufacık kasaba, ihtimal ki adını, tepenin yamaçlarındaki antik kentten, Sagalassos’tan almıştı. Sagalassos: Gül ve kadın, kadın ve aşk, darbe ve yenilgi, sürgün ve ölüm, ayşafağı ve çınar, su kuşu ve buluntu!… “kadınlar gül toplardı şafakta / iyi ki zarar verdim onlara! / çünkü güz geldi, terk edildi agora / çünkü ölümlüdür dünya…” demiştim “Yolum Düşmez ki Sagalassos’a” adlı şiirimde. Yıllar sonra, ailece bu güzel kasabaya uğradığımızda Azime Korkmazgil ve diğer dostlarla ayşafağı bir göğün altında damıtacaktık Hasan Hüseyin’li sözleri.

            Ve Sinop! On yedi yıldır yaşadığım bu uzak kent, bu ıssız ada, Ordu gibi şiirimi besleyen damarlardan biri oldu. İkisi de bir deniz kenti olarak, tuzunu ve iyot kokusunu bulaştırmıştır dizelerime. Sinop’a ilk geldiğimde, pazar yerinde davul çalan, teni güneşten bronzlaşmış, peşinde köpekleri, doğa tutkunu, slip donlu çıplak bir adamla, ‘sivil bir itaatsiz’le  karşılaştım: Tarzan Kemal! Tarzan Kemal öldü; ama çevre sevgisini, insanlık dramını yansıtan yazıları hala okunuyor Sinop duvarlarında: “Kuzu bebektir, kesmeyiniz!”, “Çöl fellahlarından, Cumhuriyet düşmanlarından sakınınız!”… Meğer ki daha sonra, Tarzan Kemal’e, Sinoplu Diyojen’in torunu diyecek, ‘Sinoplu Kaplumbağa’ şiirimi yazacaktım onun için. Nisi’de Boş Şeyler, Kinik gibi başka şiirler de yazmıştım Sinop’a, Tarzan Kemal’e ve Dijojen’e göndermelerde bulunan…

Biraz hüzün, biraz terkedilmişlik, biraz sürgünlük duygusu, biraz kinizm, biraz Diyojen, biraz şiir, biraz ada, biraz Hayati Baki, biraz kaçış, biraz yerleşik yabancı olma duygusu… Bunları duyumsatıyor Sinop bana. Düşünüyorum da, Ordu’da doğup büyümüş, gurbetle tanışmış, sürgünle yaşamış; hala sürgünlüğü Sinop’ta devam eden, Metin Altıok gibi bir ‘yerleşik yabancı’yım ben de. Peki, ya “ben hangi şehirdeysem / yalnızlığın başkenti orası” diyen Cemal Süreya! Onun kaç başkenti oldu, bilmiyorum. Benimkileri biliyorsunuz zaten! Kale duvarları yıkılmış, bu son başkentimde; Sinop’ta savunacak neyi olabilir ki insanın anılarından başka. İşte, Akliman’dan denize damlıyor güneş! İşte, Çukurbağ’dan duyuluyor Ahmet Muhip Dranas’ın dizeleri! İşte, Yalı Kahvesi! Yedi yıl önce Hayati Baki, gelince bu ufacık yarım ada, bu yalnız kent iki şairi barındırmaya başladı. Bazı şairler, kendilerini ortaya koymayı sevmezler; belki de beceremezler, belki de böyle bir endişeleri yoktur; ikimiz de öyleyiz galiba… Ahmet Uysal ve Ahmet Erhan, Sinop’u benimle ve Hayati’yle özdeşleştiren şiirler yazmışlardı. Ahmet Uysal, şiirinin başlığında “Ordu’da Azer Yaran, Sinop’ta İlyas dursun” diyordu. Sanıyorum, benim de Ordulu olduğumu, aynı zaman dilimiyle çakışmasa da Azer Yaran’la Ordu’da aynı mekanları paylaştığımızı bilmiyordu. Ölümüne birkaç ay kala Hayati Baki, Adnan Özer, İrfan Yıldız, Gökhan Akçiçek, Şinasi Tepe ve bazı arkadaşlarla gitmiştik Azer Yaran’ı ziyarete. Bolamanlı bir başka şair arkadaşımız, Fatin Hazinedar katılamamıştı o zaman aramıza.

Şimdi biz; Hayati ve ben! Sinop’ta iki şair! İki üzüm tanesi! İki kadeh şarap! Oysa, Sinoplu değiliz ikimiz de. Olsun! Ben bir teselli buldum kendime: ‘Kotyora’nın;  yani, Ordu kentinin M.Ö. 8. yüzyılda Sinope’den gelen Miletli göçmenlerce kurulduğunu okumuştum bir yerlerde. Özdemir İnce versin bir teselli de: “Yabancıysan / ve gezgin değilsen / ‘bir kent yeter’ diyeceksin / ‘tek bir ölüm’ / boğazına oturmuş olan / bir bardak su isteyen”

Bir bardak su; Sinop ya da Ordu…

Ne farkeder ki!

İlyas TUNÇ

Mayıs 2008, Sinop

Çağdaş Türk Dili Dergisi

Temmuz 2008, sayı: 245