SÖYLEŞİ. sorular: Hayati Baki, Cevaplar: İlyas Tunç

line

Kavram ve Karmaşa Dergisi’nin Yaptığı Söyleşi

Sorular: Hayati Bak

               Sevgili İlyas, neden şiir? Üstelik, bu yükselen alçak değerler dünyasında? !…

                Sözcüklerin en önemli işlevi nesneleri imlemesidir. Adlandırma da deriz buna. Ancak adlandırılmış nesneler üzerinde egemenlik kurabiliriz. İletişim aynı nesnelere aynı adlandırılmanın yapılmasından doğar. ‘Masa’ nın  masa, ‘ırmak’ın da ırmaktan başka bir şey olması düşünülemez. Bu anlamdır; nesnelerin özüne bulaşarak onlarla özdeş kılınmıştır. Kısacası; sözcükler nesne ya da olguları kovalayarak her biri sadece birini imlemiştir. Dili toplumsal kılan anlamın bu şekilde daralmasıdır. Oysa, sözcükler nesnelerden  sayıca fazladır; yani her durumda nesneleri imleyemeyen sözcükler olacaktır. Anlamsız bir boşlukta şaşkın şaşkın dolanıp duran  bu beceriksiz sözcükler kendilerine bir mekan ararlar; ki o mekan şiirdir. Orada anlamsızlık anlama dönüşür. Şiirde anlam nesnel gerçekliği aşarak sağlanır. Şair durumu tersine çevirerek boşlukta kalan sözcükleri geri çağırır. Bu kez, birden fazla nesne bir tek sözcüğe tutunmak zorunda kalır. Böylece çağrışım ve anlam zenginliği sağlanmış olur. Bütün bunlar akla yaslanarak yapılır. Ama, uygulanabilirliği olmadığı için ölçütleri de yoktur şiirin. Şair kendinden yola çıkar. Bu yüzden  bilimsel değil, özneldir şiir.

                ‘Neden şiir?’; ki nesnel gerçekliği başka bir şeyle değil de niçin şiirle aşmaya çalışıyorsun, anlamında açımlarsak; şiirin içsel sesi dile getirmedeki güçlü etkisidir, derim. Aynı zamanda; bireyin öznel gerçekliğini de barındıran içsel ses bilinçli bir şekilde dile getirilmezse şairi iç döküm tuzağına düşürebilir. İç döküm, şairin boşluktaki bütün sözcükleri geri çağırarak seçme özgürlüğünü kullanmamasıdır. İçsel sesi yakalamak bilinç altını kurcalamakla sağlanabilir. Orada birikenler şairin kontrolünden  geçerek açığa  çıkarlar. Bu, oto sansür değil, estetik kaygıların dayattığı bir durumdur. ‘Yazmak, varlığımızdaki hayaletleri atmaktır’ diyordu Dostoyevski.  Şiir hem iyileştirir, hem yüzleştirir. Şairin, ‘yükselen alçak değerler’ dünyasına katlanabilmesi için şiirden başka seçeneği  yok. Peki, ya şiir de giderse !

                “son günlerde yükselen / yeni değerlerden sonra / kısacık bir dizeyi bile / kurtarmakta güçsüzüm / bak nasıl da akıyor / sözcükler hep borsaya / şimdi bütün endişem / ya şiir de giderse ! / şiir ki kar getirmeyen / vadesiz bir hisse / giderse gitsin mi, diyorsun / ah çapraz kurlar içinde / kurumlanan acemi oğul ! / deliceler sardı diye / kesilir mi hiç meşe / ne hesapsız düşünce / çünkü insan da gider / şiir giderse” (1)

                peki, şiir deyince, akla imge geliyor nedense? Sonra, elbette başka değerler: kapalılık; anlaşılırlık, kendiiçinlik, anlamlılık-anlamsızlık; öykülü şiir; düzyazı şiir; sen, nerede duruyorsun? Türkiye’de genel durum ne?

                Nerede okumuştum hatırlamıyorum, şöyle bir öyküydü: Bir Avustralya yerlisi sürülerinin resmini yapan ressama sorar: Hayvanlarımızı alıp götürürsen ne ile yaşarız biz?

             Bu korku ve endişenin nedeni imgenin gerçeklikle bir tutulmasıdır. İmgenin gerçeklikle bir tutulması ilkel insanda soyut düşüncenin yeterince gelişmiş olmamasından kaynaklanır. Soyutlamanın olmadığı bir yerde estetik haz oluşmaz. Çağdaş insan artık imgeyi gerçeklikle bir tutmuyor, gerçekliği imgeyle aşıyor. Eski büyüyü bozup yeni bir büyü yaratıyor. Bilinçli olarak yapıyor bunu. Dolayısıyla korku ve endişe yerini hayranlığa bırakıyor. Hayranlıkta bizi haz duygusuna ulaştırıyor.

             Yukarıdaki öyküden yola çıkarak ressamın tablosunu sözcüklere aktarabilirsek şiirsel imgeyi yakalayabiliriz. O halde öncelikle bir görüntü ortaya koyar imge. Tablonun bütünselliği şiirin de bütünselliği anlamına gelir. Octavio Paz’ın “Şiir tek bir imgedir ya da parçalanamaz imgeler burcudur.” (2) sözlerini hatırlamanın sırası sanıyorum. 

               Çağdaş şiirin dizeden söze kaydığını düşünüyorum. Ama bu söz; bir dizenin imge, ses, ritim gibi  özelliklerini de içinde barındıran, şiirdeki diğer sözlerle bağlantısı içinde düşünülmesi gereken, düz yazıya çevrilemeyen bir sözdür. Birinin eksikliği şiirin tüm yapısını alt üst eder ki  bu da tek başına anlamı olmadığını gösterir. Yaşadığı toplumsal ilişkiler sonucu parçalanmış ve yabancılaşmış bir birey olan şair, tercihini ‘parça güzelliği’ni yansıtan dizeden yana değil, sözden yana kullanmalıdır ki bütünlüğe varabilsin. Ancak, bütünlüğe varma çabaları daralmaya, giderek tıkanmaya yol açabilir. Bu durumda o, yeni anlam katmanları ve sıçramalar  yaratmasını bilmelidir.

               Bana gelince, sevgili Hayati, düşünsel ve duygusal katmanların temayı gizlediği  düzyazı şiire daha yakın konumdayım sanıyorum. Yukarıda sıraladığın değerlerin önündeki sıfatların önemli olmadığını sen de biliyorsun. Bu söyleşi benim ‘şiire yakın’ durduğumu onaylıyorsa inceliğin için teşekkürler ediyorum. 

              Günümüzde; imgenin bütün dokuya yayıldığı çok iyi şiirler yazıldığı gibi, imge yaratma endişesinin giderek ‘imge için imge’ ye dönüşmesi sonucu savruk, anlamsız, marjinal şiirler de yazılıyor. Diğer taraftan iç döküm tuzağına düşmüş, dilin imgesel gerçekliğe dönüşmediği,  kuru, sıradan, sığ şiirler de…

               Şiir duygu mu akıl mı; esin mi yapma mı?

               Şiir de insana özgü tüm etkinlikler gibi aklın ürünüdür kuşkusuz. Düşünce duyumsal algıların zihinsel tasarımlara dönüşmesi sonucu gerçekleşir. Duygu, bu ikisi; yani duyumsama ile tanıma, arasındadır. Duyumsal algıları  adlandırıp soyutlayan akıl, duyguyu aşar. Bu yüzden düşünce geleceğe yöneliktir, duygu geçmişe. Akıl isterse, eski güzel günlerden bahsederek duygusal bir atmosfer yaratabilir. Bu hatırlamadır. Zihinsel tasarımların yeniden duyumsal algılara kaydığı andır. Ne var ki algı ortadan kalktığından-çünkü geçmişte gerçekleşmişti -söz konusu olan artık duyumsal tasarımlardır. Her duyumsal tasarım bir tekrarlayıcı imgelemdir. Tekrarlayıcı imgelem lirik şiire kapı açabilir.

               Bütün bunlar, şiirin bir kurgu ve ön çalışma -yoğunlaşma da diyebiliriz- sonucu gerçekleştiğini gösterir. Dolayısıyla, ‘yapılan bir şey’ dir şiir. Yapılan bir şey olması teknik bir araç düzeyine indirgemez onu. Tam tersine; şiir, organik doğayı görev dışı bırakan tekniğe rağmen insanı yabancılaşmadan kurtarmaya çalışır.

             bir de, şiirde simge; şairde imaj: bana çok tehlikeli görünüyor!

             Şiirde aynı imgeler kullanıla kullanıla kalıplaşmış mecazlara dönüşebilir; ki bunları simge olarak da adlandırabiliriz. Simgede anlam tektir; bu yüzden okurla şairi uzlaştırsa da sözcüklerin çağrışım gücü kalmadığından daralma ve tıkanmaya yol açar. Divan ve halk şiiri bu tür örneklerle bezenmiştir. “Kaldır perçemini görem yüzünü / Yüzüne dökülen teller öğünsün.” Karacaoğlan’ın  bu dizelerinde sevgilinin yüzünü görmenin başka seçeneği yoktur. Diğer halk şairleri için de durum farklı değildir. Divan şiirinin mazmunları da birer simgedir. Simgelerin ortak kullanımı türkülerden doğmuş olabileceğini akla getirir. Şairin kendi simgelerini yaratması öznel gerçekliğine hapsolması anlamına gelir; ki bu, ortak simgeler kullanmasından daha tehlikelidir. O zaman şiir gizemciliğe indirgenir. Ancak; şairin kültürel derinliğini, bilgi birikimini yansıtan, göndermelerle yüklü şiirleri gizemci saymak haksızlık olur. Gizemcilik, dili nesnel gerçekliğe değil, yalnızca işaretler sisteminden ‘farklı bir işaretler sistemine’ dönüştürür.

             Sanırım şöyleydi: “Güzellik Lux’le başlar. Özel formülleri sayesinde siz de genç ve güzel kalabilirsiniz.” İmaj sorunu olan şairlerin özel formülleri olsa gerek. Aslolan sözdür, ki görüntüyü de o adlandırır. Aksi taktirde, tırnak içindeki metne ne gerek vardı? Şair hep muhaliftir, öznel gerçekliği nesnel gerçeklikle sürekli çatışma içindedir, acısı imgeleminde kurguladığı dünyanın gerçekliğe dönüşememesinden kaynaklanır. Genç ve güzel kalmak isteyenler gövdelerini ön plana çıkarabilirler. Sonrasını Michel Henry’den dinleyelim: “Medya, dokunduğu her şeyi çürütür. Medya önemli, hatta temel bir şeyle- bir eser, bir şahıs, bir düşünce- karşılaşsa da, onu güncele yerleştirerek, anında dayanıksız olan şeyin içine dahil eder, çünkü bir an için bu önde oluş tarzıyla, bu Öz’ün varlığı, yani kendi zamansallığına göre yaşamın kendi içinde büyümesi artık mümkün değildir.” (3) Her şeyi yanılsamaya dönüştüren imaj şairle müteşairi birbirine karıştırır: ” içimdeki bataklığa / ufacık bir ada olsun / diyerek tutunduğum / şiir de çekti elini / yapıştı damağa dil / sözler ki küflü peynir / akıl masum bir tilki / sızıyor bak duygulara / ey çamur çağ, tatlı zehir ! / ey imajlar sağanağı ! / her bedene aynı çizgi / her yakada farklı bir kir / kiremitsiz çatılardan / nasıl da aktı makyaj / şimdi şairler karga / kargalar kurnaz şair / ben kapandım odama / ince kurlar peşinde / ayarlanan bir şiir / ada olur mu ki hiç / bataktaki adama” (4)

              peki, şair? aaa, şair çıplak mı?

              Modern çağın en önemli özelliği Geosentrik ve Heliosentrik görüşleri tarihin çöplüğüne bırakmasıdır. Rasyonalizm kilisenin sarsılmazlığına ilk darbeyi vurarak laik dünya görüşünü de beraberinde getirdi. ‘Atlar at olarak doğar, ama insanlar insan olarak doğmaz, oluşturulur’ sözlerinde anlamını bulan Rönesans Hümanizmi insanı ‘kul’ dan ‘birey’ katına çıkardı. Ne var ki; meta gelişimi bireyi ‘özgür köle’ konumuna indirgeyerek kendine yabancılaştırdı. Anlamsız bir evrende korkunç yalnızlığını duyumsayan insan yeni tanrılar, fetişler yaratmakta gecikmedi: Ricky Martin’ler, Lambada’lar, Adidas’lar, Coco Cola’lar, blue jean’ler… Sonuçta; ‘Hoi Polloi ‘ bir kültür çağdaş bireyin kimliğini ve kişiliğini yitirmesine yol açtı. İşte bu noktada şair, hem medya ve iktidarın dayattığı değerleri sorgular, hem de ‘yerleşik bir yabancı’ olmanın trajik yazgısını yaşar. Sorgulamak olanları açığa çıkarmaktır. Oysa ” otorite, gerçeği gizler; gerçeğin düşmanıdır.” (5) Öyleyse çıplak olan kraldır, sevgili Hayati, şair hep çocuktur ve çocuk kalacaktır.

                aydın mıdır, yoksa?

                ‘Şair çıplak’ olmadığına göre aydındır elbette. Toplumsal bir tip, bir sıfat değildir burada kastedilen. Onun aydın kimliği aklını kullanmasında, bilgi birikiminde, gözlem gücünde, nesneleri derinliğine algılayabilmesinde, sözcükler arasında bağıntı kurabilmesinde ve de ‘masaldaki çocuk’ örneği gerçeği söyleyebilmesinde anlamını bulur. Ama; masaldaki çocuğun  gerçeği söylemek gibi bir endişesi yoktur, onunki  bir kralın çıplak da olabileceğini kabul edememezlik, bir şaşkınlık durumudur, diyenler çıkabilir. İyi ya; şairi gerçeği söylemeye iten neden de bu kabul edememezlik, bu şaşkınlık durumu değil midir zaten.

              “şairin bunca çoğalması toplumumuzun geri kalmışlığını gösterir.” diyor Melih Cevdet Anday.benzer şeyleri Pablo Neruda da söylüyor: ‘Şiirin Gücü’ yazısında: “Erkek ve kadın öyle çok yeni şair ortaya çıkıyor ki, yakında hepimiz şaire benzeyeceğiz ve okurlar kaybolacak.”

                Cemal Süreya da bu konuda, “Şiir ise, kendi akışı dışında, kapitalist ölçülere göre yararlanılacak yanı olmayan bir sanat türü. Asi bir sanat. Bu yüzden para- mal- para düzenine pek ayak uyduramıyor, ‘başka özel bir planda’ görünemiyor. Kapitalist sistem de kendine elverişli gelmeyen bu uğraş alanını kovuyor, gerilere itiyor.”(6) diyerek aynı tespitlerde bulunuyor. Ülkemizin kapitalist olduğunu ileri sürenler, şairden geçilmemesinin bu durumla çeliştiğini, söyleyebilirler. Doğrudur; çünkü sistem iyi şiirin önünü tıkayıp yoz şiire kapı açıyor. Duygularının sömürülmesine alışmış kitleler,  duygularını sömürmeyen şiirin varlığından habersiz, İbrahim Sadri’ler, Yusuf Hayaloğlu’lar, A.Selçuk İlkan’lar dinliyorlar. Diğer taraftan; kolay yazılabilir sanısından hareketle, şiiri, derinliği olan, yoğun bir üretim olarak kavrayamayanların sayısı da az değil. 

                Okura gelince; şiir, okurdan, kültürel donanım, algı derinliği, estetik bilinç gibi donanımlar ister. Bir şiiri özümsemek için okur, öncelikle şairin sözcüklere yüklediği görselliği kendi imgeleminde canlandırabilmeli, anlamın da bu görüntünün içinde bir yerlerde devindiğini, sözcüklerin çağrışım gücüyle zenginleştiğini bilmelidir. Bu yüzden, Metin Altıok; “Ne var ki  yaşamı bütün zenginliğiyle kavramaya ve kavratmaya yönelik söz sanatlarının en damıtılmışı olan şiirle, yaşamı küçültme ve sığlaştırmaya zorlanmış okur arasındaki kopukluktan daha doğal ne olabilir!”(7), demekte haklıdır.

                ne dersin?: iktidar şairlerden korkuyor mu? Yoksa, şairler mi uydurdu bunu, kendilerini kadir göstermek için. yine, Melih Cevdet Anday, diyor: “Şairden korkmak felsefeden korkmak demektir.” 

                 Melih Cevdet Anday’ın sözlerini, iktidarın felsefeden korktuğu gerçeğinden hareketle şairden de korkuyor, şeklinde yorumlamak yersiz olmaz. Çünkü şair, öncelikle felsefesi olan adamdır; anlamak, bilmek, tartışmak ister; bir aydındır, muhaliftir. Uzlaşmacı ve populist tavırlar sergilemez; duyarlıdır, insancıl ve  barıştan yanadır. Şairlerin kendilerini kadir göstermek gibi bir endişeleri olacağını sanmıyorum. Şairin biricik gücü sözüdür. Söz, kendini nesne ve eylemde somutlar; bulup açığa çıkarır. Dilin doğasından gelir bu. Ama iktidar, birtakım sıkı düzenlemelerle, kısıtlamalarla, yönlendirmelerle kontrol altında tutar sözü. Felsefe de kontrolden çıkmış sözdür aslında.

                  şairin bir felsefesi var mı?: felsefesi?…

                  Şairin felsefesi işte bu kontrolden çıkmış sözde anlamını bulur. Nesnel dünyada karşılığı olmayan bir üst gerçeklik yaratır şair. Filozoftan farkı; onun, bunları imgeler, eğretilemeler, mecazlar kullanarak yapmasıdır. Bu yüzden şiir dili gündelik yaşamın mantığını aşar. Sözcükler nesneleri adlandırmaz, nesneler sözcüklerin ardına takılır. Çoğu zaman da bir ya da birkaç nesne alışılan anlamları dışındaki bir sözcüğü yakalar. Bu durum anlamsızlık sanılsa da aslında anlamın aşılmasıdır. Şair böyle ister ve yapar. Ama ne yaptığını, nasıl ve niçin yaptığını açıklamak zorundadır. Kısacası; şairin poetikası  ‘üst gerçeklik’ kavramını tartışmaya açıyorsa şairin felsefesi de tartışmaya açılmış, demektir. Çünkü, her şiir şairini yansıtır anlayışı ‘üst gerçekliği’ soyut bir kavram olmaktan çıkarıp şairin kendi gerçekliğine dönüştürür.

                 politikaya ne dersin?: Salazar için söylenir; Portekiz’i üç F ile yönetirmiş, diye: Futbol, Fado, Fiesta. ben, Türkiye’nin üç F’sinin futbol, faiz, fuhuş (fahiş) olduğuna inanıyorum. bu üç F’nin ortak F’sinin, Folklorun ve Feodalizmin F’si olduğundan pek kuşku duymuyorum. sence, “Folklor şiire düşman” mı?

              Sanıyorum Walter Benjamin’in; şöyle bir söz var: “Faşizm, kurtuluşunu, kitlelerin kendilerini ifade etmelerini (elbet haklarını tanımaya asla yanaşmaksızın) sağlamakta bulmaktadır.” Salazar’ın da kitlelerin ruhsal ve fiziksel enerjilerini açığa çıkarmayı bu üç F ile gerçekleştirdiği, böylece baskıcı yüzünü gizlediği doğrudur. Portekiz Edebiyatı anlatım özgürlüğüne ancak onun diktatörlüğü devrildikten sonra kavuşmuştur.

              Ülkemizde iktidar “barbarlığın kullanılmayan enerji” (8) olduğunu aydınlarımızdan daha önce fark etmiş; bu yüzden kitlelerin kendilerini futbolla, pop müzikle, yoz şiirle, talk show’larla, tele-vole’lerle, diskoteklerle, alış-veriş merkezleriyle, magazin ve dedikodu dergileriyle, markalarla ifade etmesine izin vermiş; diğer yandan düşünceden, özgürlükten, barıştan, insan haklarından, yasalardan bahsedenlerin önünü tıkamıştır.

             Toplumsal ve kültürel alanda bazı kalıntılarını yaşasak da ben genel anlamda feodalizmin aşıldığını düşünüyorum. Folklorun da uluslaşma sürecimizdeki katkılarını göz ardı edemeyeceğim. Futbola gelince; bu konuda Desmond Morris’in şu sözlerine yer vermek istiyorum: ” Bir futbol maçı sıradan bir vakit geçirme aracı değil, çok ciddi bir iştir. Yirminci yüzyıl kabile insanları kendileri avlanamadıkları için ilkel dürtülerini bu ikame faaliyette ifade etmelidirler….Çağdaş toplumda sevinç ve üzüntünün, zafer ve umutsuzluğun böylesine abartılı bir şekilde ifade edildiği başka bir olay yoktur.” (9) Bence asıl sorun; Desmond Morris’in belirttiği ’20.yüzyıl ilkel kabile insanları’ kavramının içinde yatmaktadır.

             Folklor bir yerel kültür ürünüdür. Şair evrensel düşünmelidir. Örneğin;  halk şiirinin basmakalıp biçimlerini, öğelerini, motiflerini, simgelerini  kendi kurgu ve imgelem gücünün süzgecinden geçirmeksizin kullananlar için folklor şiirin düşmanıdır. Üstelik; bunların bir başka dile çevrilmesinde güçlükler çıkabilir. Ama; bir Bedri Rahmi, Cahit Külebi, Gülten Akın yerel kültür öğelerini evrensellik potasında eritebilmişlerdir.

                son zamanlarda, şiir, sıklıkla okunuyor, yüksek sesle okunuyor. televizyonlarda şiir okuma showları var ve elbette şiir showmanleri de. sonra, şiir kasetleri, CD’ler…Recep Tayyip bile şiir okuyor. şiiri mi keşfettik ne?

                Aslında şiir, görsel okumayı gerektiren bir edim. Çünkü, sesli okuma sırasında  italik sözcükleri, üç noktaları, ünlemleri ve sese yansımayan diğer öğeleri algılamak güçleşir. Ancak; yine de görüntüden yalıtılmış bir ortamda bazı şiirler -ticari kaygılar gütmeden- yüksek sesle okunabilirler. Bu durum; iyi şiirin kötü bir yorumcu tarafından seslendirilerek şiire haksızlık edilmesine neden olabilir; ya da tam tersi. Beni asıl tedirgin eden, senin de değindiğin şiir showmanlerinin yoz şiire kapı açmaları; o zaman bazı showmanler  ‘Ben Nazım’dan, Orhan Veli’den, Cahit Külebi’den, A.Muhip Dıranas’tan okuyorum, buna ne diyeceksin?’ sorusunu soracaklardır. Onlar, şiirsel imgenin tuvale aktarılmamış bir tablo gibi okurun bilincini beklediğini, şiirin kendi dışındaki görüntülere katlanamayacağını bilmezler. Daha da önemlisi; hazır görüntü J.Paul Sartre’ın şairin ve okurun özgürlüğünün kaynağı dediği “imgeleme yönelmiş bilinc”ine müdahale eder. 

              Recep Tayyip şiiri keşfetmiş olabilir ! Kimileri tarafından yanlış anlaşılmaktan korksam da bir örnek vermek istiyorum, sevgili Hayati. Damla’yı tanıyorsun; henüz ilkokul 3.sınıfa gidiyor. Bir süreden beri severek okuduğu iki şiir: Haydar Ergülen’den “Gece” ve “Kiralık”

                ödüllerle ilgili düşüncelerini öğrenmek isterim. yarışmalarla, jürilerle falan filan…

                Ödüle karşı değilim; ama bu kurumun işlevini yeterince yerine getirdiğini tahmin etmiyorum. Bir kısmının ayıklanması, gözden geçirilmesi gerektiği kanısındayım. Ayrıca; etik kuşkuların ortadan kalkması için jüri üyelerinin verdiği  ödülün gerekçelerini açıklaması yerinde olur. Bugüne kadar ben de birkaç ödül aldım. Farklı düşünenlere saygı duyuyorum.

                Türkiye’de şiir eleştirisi, eleştirmenler hakkında ne düşünüyorsun? eleştirmenler, şiir iktidarına oynuyorlar sanki. yooo, evet, oynuyorlar…

                Eleştiri  aklın ürünüdür. Akla yaslanması nedeniyle nesnel olmalıdır. Ona bu nesnelliği veren eleştiri kuramlardır. Deneyden çıkmamış da olsalar, eleştiri kuramları şair ve yazarların  ürünlerinin bireşimi sonucu geliştirilmişlerdir. Bu anlamda; yani geneli yansıttıkları için doğru kabul edilirler. Ne var ki; eleştirinin  insana özgü bir edim olması, işin içine öznelliği karıştırabilir. Orada beğeniler ve tercihler devreye   girer ki söylenecek söz kalmaz. Eleştirmen bunu itiraf ediyorsa saygı, yaptıklarının başka türlü olamayacağını söylüyorsa endişe duyulur. Şair iktidarına oynayanlar- ki hepsi değildir- yaptıklarının başka türlüsünün olamayacağına inananlardır.

                bir şiirin; oluş, yapılış, yazılış süreç ve serüveni: bu süreç ve serüven, nasıl gelişiyor  sen de?   

                Çoğu zaman bir sözcükten, sözden ya da görüntüden yola çıkıyorum. Notlar almadan önce yola çıktığım şey; örneğin bir görüntüyse, bir süre belleğimde taşıyorum. Notlar alma aşamasında değişik kaynaklardan; kitaplardan, insanlardan, fotoğraflardan yararlanıyorum. Derken yola çıktığım ilk şeye -ilk dize değil- yeni sözcükler, sözler ekleniyor. Daha sonra bu malzemelere dilin inceliklerini katarak çatıyı oluşturmaya başlıyorum. İmgesel dokuyu şiirin bütünlüğüne yayabilmek, sıçramalar, anlam katmanları, sözcükler arasındaki organik bağ, farklı zaman dilimlerini bir araya getirerek insana tarihsel bir birikim olduğunu kavratmak gibi özellikler bu yapılış aşamasında ortaya çıkıyor. Yazılış süreci ise işçilikle iç içe gerçekleşiyor bende. İşçilikte özen gösterdiğim şeyler diğer şairlerin gösterdiklerinden farklı değil. Bu arada sesli okumaların ritmi yakalamama yardımcı olduğunu söylemeliyim. Şiiri bitirince birkaç gün unutmaya çalışıyorum. Ondan uzaklaşmak son okumada ona nesnel davranmamı; şiir olup olmadığına karar vermemi sağlıyor. Dergilere şiir göndermek böyle bir kararı gerektiriyor çünkü. 

               Rene’ Char, “Başını eğmek istiyorsan sadece aşk için eğ ve kırıl.” diyor. Sen, eğdin mi başını hiç?

              Ben aşkı, aklın geri plana çekilip, duygu ve içtepilerin öne çıktığı bir saplantı; hipnoz durumu olarak görüyorum. Gerçekten de aşk, zihinsel faaliyetlerimizi düzenleyen dikkatin felce uğramasıdır. Karşı cinste yoğunlaşan akıl, diğer işlevlerini yerine getiremez; dış dünyayla bağlantılarımız kopar, karamsar, yapayalnız, içedönük bir insan olur çıkarız. Bedenin aklın yükünden kurtulma arzusudur aşk. Bu yüzden; yaşı yoktur dense de fiziksel enerjimizin en yoğun olduğu gençlik dönemini bekler. Uğruna her şeyi göze alması özündeki sahiplenme duygusundan kaynaklanır. Onu ‘iki kişilik’ kılan şey dikkatin birden fazla obje üzerinde yoğunlaşamayacağı gerçeğidir. Aklın doğada barınmadığı, duygu, sezgi ve içtepilerin akıldan önce geldiği düşünülürse aşk bir geriye dönüştür, denilebilir. Aşkta gövdelerin gürültüsü aklın sesini bastırır. İyi ki geçicidir; başlar ve biter. Çünkü; bu akıl dışı duruma katlanmak insanı deliye çevirir. Hiçbir öğretiyi, eleştiriyi, yargıyı kabul etmez; bu yönüyle sevgiden ayrılır. ‘Sana hala aşığım’ diyen yalan söylüyordur. Yaşam bize bu şansı bir -belki de birkaç kez- verir ancak. Rene’ Char’ın sözlerine gelince; katılamıyorum. ‘Aşka baş eğmek’ iradeyi gerektirir. İnsan aşk karşısında edilgendir. Aşk, zaten ‘baş eğme’ ve teslim olmanın diğer adıdır. ‘Başımın eğildiğini’ gizlemeyeceğim; ama kırılmadım. Aşk da ‘kırılma’ cinnet ya da cinayettir.

              bütün bunlardan sonra kimdir İlyas Tunç?

                 ” kimim ki ben şu sakin / söğüt ağacının altında / bir başına bırakılmış / diğerinden başka…/ yapacak bir şey yoksa…/ -‘evet, hadi gidelim’ / şapka, çizme…ıvır zıvır / hayat bir oyalanma / derken gecikti maya / ufka bakalım…birazdan / Godot ! ölüm ya da ütopya ! / yani yarım kalmış cümle / art arda üç nokta…/ ah benim olmayan ömrüm / edilgen bekleyiş, paranoya / hiçliğin eşiğinde hepsi / ayaküstü bir iki söz / sıkıcı bir buluşma / -sahi, neden geldim buraya” (10)

                İlyas Tunç; ‘buraya neden geldiğini’ anlamlandırmaya çalışan, ‘diğerlerinden başka’ olmayan biri !

                büyük bir bahçe içinde iri bir çınarın gölgelediği iki katlı küçük bir ev; ne dersin?

                İyi de; biz de yok biliyorsun. Sen de  nicedir Sinop’a gelmiyorsun; ki şu yaşlı ve tıknaz adaya bakan evinizin balkonunda özlem giderelim. Sahi; size şarap borcum olduğunu şimdi hatırladım. Ev deyince; M. Cevdet Anday’ın “Bir Sümer Tableti”indeki şu dizeleri geliyor aklıma: “Su basar memleketi / Suyun yüzü güneşin yüzüne bakar / Sök evini bir gemi yap.” Düşünüyorum da; sevgili Hayati, günler tekin değil, keşke ahşap mı yaptırsaydınız evinizi !

                uzun yıllardır taşradasın: nedir taşra? oradan nasıl görünüyor dünya?

              Modern iletişim araçlarının gittikçe daralttığı dünyamızda taşra hala bir uzaklık galiba. Uzak olmak; bilinmemek, farkında olunmamak, unutulmak gibi bir şey. Unutulmak; ‘gözden ırak olan gönülden de ırak olurmuş.’ Öyle de olsa; kimsenin gönlüne göre hareket etmeme özgürlüğü verebilir insana.

             Yazılanlardan yola çıkılırsa; bir takım hizipleşmelerin, gruplaşmaların, incelik gösterme kaygılarının, polemiklerin, etik dışı tartışmaların edebiyat dünyasını kirlettiğini seziyorum. Şair ya da yazar imajını ön plana çıkarma etik kaygıları geri plana itebiliyor. Kuşkusuz bir genelleme değil söylenenler. Taşrada ise ne böyle bir imajın  ne de böyle bir ortamın mümkün olmaması uzaklığı bir avantaja dönüştürebiliyor. Yine de; insan yalnızca yazılarından tanıdığı, telefonda sesini duyduğu, güzel insanlar olduğunu sezdiği kişilerle yüz yüze gelmek istiyor. Bu yüzden ara sıra da olsa Ankara’ya yolumu düşürmeye çalışıyorum.                                            

               ‘Kış Bir Alkış mıydı’ ilk kitabın ve onu resim öğretmeni eşine, Türkan Hanım’a adadın: bu kitabında geniş zaman, geniş yer tutuyor. sonra, anılar, yakın tanıklıklar, duyumsamalar, gözlemler ağırlıkta. çocukluk ve çocukluğun üzerine neler söylersin bize?…

                 Şair, imgelerle düşünmesi nedeniyle gerçeklikle sürekli çatışma halinde olan bir insandır. Acısı imgeleminde kurguladığı dünyanın bir türlü gerçekliğe dönüşememesinden kaynaklanır. Ancak şiir hafifletebilir acılarını şairin. Belki de bu yüzden ‘yazmak kurtuluştur’ diyordu Geothe. Ne var ki; ruhsal durumu duygu ve düşünce dalgalarının yoğun baskısı altında kalan şair, yazma süreci boyunca huysuz, tedirgin, sinirli, içe dönük, kaprisli olabilir. Kısacası; katlanmak zordur bazı şairlere. Eşimin bana katlandığı yetmezmiş gibi, ilk okurum olarak destek ve güven de verdi ‘Kış Bir Alkış mıydı’ nın kitaplaşması aşamasında.

             Senin de ifade ettiğin gibi, Kış Bir Alkış mıydı -son bölümü hariç- çocukluk anıları, tanıklıkları, gözlem ve duyumsamaları üzerine kurulmuş bir kitap.

             Ordu’da; ‘serin taşlığında kovaların unutulduğu ahşap bir evde’ doğdum. ‘Daracık taş merdiveni’ inerek dupduru bir sokağa açılırdı evimiz. Bütün gün koşuşturmaktan yorgun ‘pirinç kapı tokmağını’ tıklatarak, ‘sofalara’ bırakırdım kendimi. Yürekleri de sofalar kadar genişti insanların. Ama bunlar o zamanlardı. Kısacası; gaz lambaları, teneke sobalar, üst üste katlanmış minderler, iğne oyalı peçeteler, dantelli raflar, reçellere üşüşen karıncalar, beyaz badanalı bahçe duvarları, aşırılmış erikler arasında acının, hüznün ve mutluluğun iç içe geçtiği bir çocukluktu bu. Sonra; ‘bir berber aynasında ışıyan ustura’ ve ‘bıyıklarımın terlediği’ günler. ‘Aşk beyazlıktır’ demişti berber; ki ben de ‘önlüğüme dadanan tüyleri üflerdim, görmezdim kaydığını köpüklerin fırçadan.’ Ama bunlar o zamanlardı. ‘Nedense bu günlerde eski şeylere artan düşkünlüğümden okunaksız zarflardan pul biriktiriyorum ben.’ 

               ikinci kitabın ‘Kül ve Kopuş’u kızına, Sevecen’e adadın. Sevecen, bir şair adayı (mı?); deneme türünde daha bir istekli… acı, yalnızlık, kuşatılmışlık, boşluk, hüzün, karamsarlık, umutsuzluk var bu kitabında: “Yalnızlık;  işte orda / bir devedikeni gibi / yüzünün ipeğini / çizip durmakta” diyorsun.

              Sevecen’in ilk şiirlerini 1995’de ‘Varoş’ dergisinin 7-8. sayısında yayımlamıştı A. Hikmet Çeviker. Bir süre sonra H.Mehmet Doğan’ın ‘Adam Sanat’taki bir yazısına bunlardan alıntı yapması şaşırtmıştı bizi. Derslerinin yoğunluğundan dolayı uzun bir süre ara vermesini istememe rağmen yazıyor. Denemeleri; ki sen de okudun, sanıyorum şiirlerini aşıyor. Bakalım zaman ne gösterecek. Bir şeyler söylemek için henüz çok erken.

            ‘Kül Ve Kopuş’ hüzün kitabı gibi bir şey. ‘Suların ömrü kadar eski bir yolculuk’la başlıyor. Yolculuk boyunca acı, umutsuzluk, yitirmişlik, yalnızlık, boşluk, ölüm gibi duygular kuşatıyor okuru. Şair, nesnelerle konuşarak bu soyut sözcükleri somutlaştırıyor. Ölüm, ‘taş ustalarının söylediği bir türkü’; yitirmişlik, ‘metalin kutsanması’; acı, ‘tekneler arasında gıcırdayan bir lastik’; yalnızlık da ‘yüzünün ipeğini çizen bir devedikeni’ oluyor. Somutlaştırmanın ‘onu ben yarattım ama herkesin’ ilkesi, şairin bu duygularının okura da bulaşmasını sağlıyor. Peki; niçin bunca karamsarlık, bunca sıkıntı, diyeceksin. Ben de, bilincimizi harekete geçiren şeylerden biri de sıkıntılarımızdır, onları açığa çıkararak  okurun kendi ruhsal dünyasını sorgulamasına yardımcı olmak istedim, diyeceğim.

            Yalnızlığa  gelince; sevgili Hayati,  kumullardan  başka hiç bir şeyin -ama hiç bir şeyin- olmadığı sonrasız bir çölde yürüyorum bazen. Nesnelerden soyutlanmış  bu mekanda anlamsızlık ve hiç’lik  hüküm sürüyor. Bir şeyler aramaktan yorgun ansızın yığılıyorum yüzükoyun. Ve oracıkta o devedikeni ! Trajik yazgım ! Kendimi bulmanın sevinci unutturuyor bütün acılarımı. Tepeden tırnağa anlama bürünüyor her şey.

               sözcük seçimi, dize işçiliği mantıksal ve matematiksel: hatta, iki kitabında da otuz dörder şiir var. kim bilir, sözcükler de eşit sayıdadır, saymadım. biçimdeki ve özdeki bu uyum, çok sevindirici…

              Öyküyü hatırlarsın: Çocuğun biri yontucuya, bu kayayı ne yapacaksın, diye sorar. Birkaç gün sonra gel de görürüsün, der yontucu. Çocuk geri döndüğünde şaşkınlıktan donakalır ve şunları söyler: Peki, o kocaman kayanın içinde bir at olduğunu nereden biliyordun?

              Bu öykü, biçimin özden doğduğunu, ama özün de tek başına bir anlamı olamayacağını vurgulaması açısından ilginçtir. İlk bakışta, taş kütlenin artık biçimi katılaştırdığı sanılsa da, birkaç çekiç darbesi atı bir başka nesneye dönüştürebilir. Yani öz devingendir, ele avuca sığmaz, durmadan yeni biçimler edinir. Şiirde de böyle. Şair, sözcükleri kağıda aktarmadan önce zihninde bir takım kurguların, imgelerin, duygu ve düşüncelerin yoğun dalgalanmalarını yaşar. Belli belirsiz, bulutsu bir şey gelir gözlerinin önüne. İşte o bulutsu şey, ki öz de diyebilirsiniz, kağıda dökülürken asla kalıplardan, simgelerden, klişelerden geçmez. Yoksa anlam zenginliği sağlanamaz ve şiir bir kez okunup hemen tüketilen bir meta haline gelirdi. Tam tersine; bulutsu şey imgelerle, mecazlarla, eğretilemelerle, sözcüklerin çağrışım gücüyle yoğunlaşarak oluşturduğu biçimin içinde devinir durur.

             Her iki kitabımda da otuz dörder şiirin bulunması rastlantısal bir durum. Sözcüklerin özenle seçimi, ekonomik kullanımı, aralarındaki organik bağ ve imgesel dokuyu bütünlüğe yayabilme kaygıları mantıksal ve matematiksel uyumu kendiliğinden getirmiş olabilir. Ancak; şair, matematiksel yapının şiirde daralmaya ve dengeye yol açabileceğini  bilmek zorundadır. Daralma ve denge durağanlığa götürür; ki o zaman biçim mutlaklaşır, imgeler hareket alanı bulamaz. Bana kalırsa; bu durum çağrışımlar, sıçramalar, yeni anlam katmanları ve duygusal dalgalanmalar yaratarak aşılabilir.  

               herhalde yayımlanmamış Fetüs Günlüğü’nü sevimli Damla’ya; Savrulmalar’ı da kendine adarsın sevgili İlyas, yanılıyor muyum?

               Evet; Fetüs Günlüğü’nü Damla’ya adayacağım. Bildiği için de,  Fetüs nerdeyse genç kız olacak, baba, artık kitaplaştır şunu, deyip başımın etini yiyor. Ben de burada, kimselerin uğramadığı bu uzak kıyı kentinde Godot’yu bekler gibi bir yayımcı bekleyip duruyorum.

            Yazdıklarımı kendime adamayı düşünmemiştim; ama neden olmasın? Savrulmalar’ı değil de son günlerde üzerinde yoğunlaştığım Sözler Kitabı adlı dosyayı adarım belki de kendime.

              peki biraz da Fetüs Günlüğü’nden söz etsen…

              Fetüs Günlüğü, S. Kudret Aksal’ın “Ölümümüzden sonraki yokluğumuz / Düşündürür bizi / Düşünmeyiz / Doğumumuzdan önceki yokluğumuzu” dizelerinden yola çıkıyor. Bu anlamda ‘doğmadan önceki yokluğumuzu’ sorgulayan bir şiirler toplamı. Bir fetüsün otuz sekiz haftalık serüveni yedişer dizelik bölümler halinde  bir tek şiir olarak sunuluyor. Bazen Fetüs, bazen annesi, bazen de şair alıyor sözü. Örneğin; yirmi dördüncü haftada  ölüm korkusunu ilk kez duyumsayan  Fetüs  şöyle sesleniyor: “ölüm bir eksik düğüm / gelir dolana dolana / sına onu, dedi ses / göbeğimin üstünden / ipek bir atkı gibi / sarıverdim boynuma / bir telaştı ki sorma”  Sanıyorum, şiirimizde şimdiye dek denenmemiş bir tema Fetüs Günlüğü. Bir aylık bir bilgilenme ve yoğunlaşmadan sonra yedinci ayda, 12 Mayıs l996’da  bitirildi. Bir ‘erken doğum’ diyenler olabilir. Yorumları, kitaplaştıktan sonra, eleştirmenlere ve okurlara bırakıyorum. Aynı zamanda; şiirde ‘kadın duyarlığı’ tartışmalarına da yeni bir boyut getireceğine inanıyorum. Niçin mi yazdım? “Logos Spermaticos”; yani ‘söz spermadır’ diyordu Kayserling. Ben de gebe bırakmak istedim bazı ruhları.

            ya, Savrulmalar ne oluyor?

            Savrulmalar da İhsan Üren’in belirttiği gibi ‘güme gidecek’ galiba. Sırası gelmişken; şimdiye dek yüz yüze gelmediğim, ama Kış Bir Alkış mıydı’ nın kitaplaşmasında moral katkılarını esirgemeyerek ön ayak olan  İhsan Üren’e sevgi ve saygılarımı iletmeden geçemeyeceğim. Savrulmalar, yirmi yedi düzyazı şiirden oluşan bir dosya. ‘ Bana da yarasanın anlamlı çığlığı kaldı’ sözleriyle başlıyor. ‘Yarasa uçtu / Savruldu söz / Kurtuldum içimdekiler’den’ dizeleriyle sona eriyor. Bu şiirler, düşünsel birikimlerimin beni rahatsız ettikleri zamanlarda yazıldıkları için duygusal bir ağırlık taşımıyorlar. Zaten amacım da duygulardan değil, düşüncelerden kurtulmaktı.

           Sevgili Hayati, bir de ‘Sözler Kitabı’ adlı bir dosya üzerinde çalıştığımı belirtmek istiyorum. “İnsanın kuyruğu da yoktur, yelesi de. Neresinden tutarsın onu? Ağzından çıkan sözden.” (11) diyor bir Bambara atalar sözü. Beni de sözlerimden tutsunlar diye kendime adayacağım Sözler Kitabı’nı.

           teşekkür ediyorum.

Ben de; görüşmek üzere…

      Alıntılar:

(1)    İlyas Tunç, “Endişe” Düşlem Dergisi, 15.sayı, Temmuz l998

(2)    Octavio Paz, “Kartal mı Güneş mi”,12.sayfa, Çeviren:Ali Cengizkan, Verso Yayıncılık Kasım l990, 3.baskı

(3)    Michel Henry, “Barbarlık”, 150.sayfa, çeviren:Işık Ergüden, Ayrıntı Yayınları, Eylül 1996 1.baskı

(4)    İlyas Tunç, “Batak”, Yeni Biçem, Ağustos 1998, 64.sayı

(5)    Hayati Baki, “Şair ve Otorite,Şiir ve Yanılsama” 17.sayfa, Suteni Yayıncılık 1996, 1.baskı

(6)    Cemal Süreya,

(7)    Metin Altıok, “Şiirin İlk Atlası”,53.sayfa, Promete Yayınları 1992

(8)    Michel Henry, age, 136.sayfa

(9)    Desmond Morris, “Hayvan İnsan Sözleşmesi”, 98.sayfa, İnkılap Kitabevi

(10)İlyas Tunç, “Estragon”, Yeni Biçem, 60.sayı, Nisan 1998

(11)”Şiir Tapınağı” Hazırlayan:Sait Maden, 10.sayfa, Adam Yayınları l985 

Kavram ve Karmaşa Dergisi

Mayıs 2000, sayı: 15