close

DİJOJEN’DEN DAHA SİNOPLU BİR KİNİK: DOĞACI KEMAL

DİYOJEN’DEN DAHA SİNOPLU BİR KİNİK: DOĞACI KEMAL

Özgürlük, bir varoluş biçimidir. Düşünme ve düşündüğünü gerçekleştirmeyle anlam kazanır. Bu, dışımızdaki herhangi bir kontrol mekanizmasından bağımsız bir eylemdir. Birey olmak, toplumsal devinimi engelleyen geleneklerle bağları koparıp özgür davranmaktan geçer. Ancak, özgür bireyler kendi tarihlerini yazabilirler. Otoriteye rağmen kendi tarihini yazmak cesaret ister. Sinoplu Diyojen’in Büyük İskender’e ‘gölge etme başka iyilik istemem’ dediği durumdaki gibi…

Sinoplu Diyojen yaşadı ve öldü; İskender de… Diyojen’den geriye bir felsefe kaldı, İskender’den ise yıkılmış kaleler, kılıçtan geçirilmiş insan kemikleri… Diyojeni görmedim, İskender’i görmeyi zaten istemezdim. Diyojen’den yüzyıllarca sonra Sinop’ta yaşayan bir kinik daha vardı. Yalnızca kinik değil aynı zamanda bir sivil itaatsiz, yorulmaz bir doğacı, bir pasif direnişçi… O da öldü! Sinoplular Tarzan Kemal derlerdi. Fakat, o bu ismi sevmez, kendisine Doğacı Kemal denmesini isterdi. Anısına saygıyla ben de böyle hitap etmek istiyorum.

Doğacı Kemal; sırtında ufacık bir torba, torbaya asılı bir kazma, elinde bir davul ya da akordeon, arkasında üç-beş köpekle, bronz tenli, yakışıklı, yarı çıplak bir adam…

Bir bakarsınız Karakum’da kavak fidanları dikiyor, bir bakarsınız Tersane’deki kasaplardan köpeklerine kemik alıyor, bir bakarsınız Kumkapı sularında çırılçıplak kulaç atıyor ya da pazaryerinde davul çalıyordur…

İnsanlarla pek konuşmazdı Doğacı Kemal. Birkaç cümleyle mesajını verip giderdi. Bu mesafeli yaklaşımının temelinde belki de M. Watt’ın “Kötülüğü pasifçe kabullenen kişi, onun kalıcılaşması için uğraşan kişi kadar kötülüğe bulaşmış demektir” sözleri yatıyordu. Yaşadığı sürece onunla konuşmaya cesaret edemedim. Öyle ya, ben de iyi insan sayılmazdım! Her şeyden önce birey olamamıştım! Politikayla, dinle, gelenekle, töreyle, kokuşmuş değerlerle beslenen toplumun önemsiz bir parçasıydım. Oysa, iyi insan olmak, kendi iç bağımsızlığımızın sesini dinlemekle mümkündü. Hiçbir otoriteye boyun eğmeden; en kutsalı baba otoritesine bile…

Çıplaklığıyla ilgili çeşitli söylentiler dolaşır. En yaygın olanı, askerlik dönüşü sevdiği kızın istenmemesi üzerine babasıyla yaptığı tartışmaya dayanıyor. Varlıklı, saygın bir aileye yoksul bir hizmetçi kızı… ‘Olacak iş mi! Oğlum, hiç mi utanmıyorsun? Elalem bize ne der!’ gibi sözler. Sonra, onun ‘utanmıyorum’ diyerek kendini çırılçıplak sokağa atışı… Bilinçli bir tercih! Ömür boyu yaşam biçimine dönüşecek olan bilinçli bir tercih!

Doğacı Kemal, giysinin bir fazlalık olduğunu düşünür; insanla doğal varoluşu arasında bir engel olduğunu… Çıplaklık, saflıktır. İşte, ben böyleyim demektir! O, doğanın bedenlerimize nüfuz etmesini ister. Güneşe saygı duymak gerekir, denize, ağaçlara, kuşlara da… Doğacı Kemal’in ahlâk anlayışı ekolojiktir. İnsan dışındaki varlıklara duyarsız kalan geleneksel ahlâkı onaylamaz. Otorite, mahremiyet karşısında ikiyüzlüdür; bir yandan örtünmeyi yasallaştırır diğer yandan üzerini aramak ya da işkence etmek amacıyla insanı çırılçıplak soyar. Doğacı Kemal, ikiyüzlü otoriteye karşı sarsılmaz bir iradeyle kendi meşruluğunu kendisi sağlamıştır.  Örneğin, yaşam tarzıma müdahale etme mesajını vermek için valileri karşılama töreninde yarı çıplak bulunurdu.

Doğacı Kemal, Sinoplu Diyojen’le aynı topraklarda doğdu; Sinop’ta, 1925 yılında Erfelek’in Karaca Köyü’nde… Doğduğunda Diyojen öleli 2248 yıl olmuştu. O da yazılı eserler bırakmadı. Ama, ikisi de erdemin düşünceleri eyleme geçirmekte olduğunu biliyordu. İkisi de mülkiyet duygusundan yoksundu. İkisi de para, pul, kariyer, şan, şöhret gibi değerleri doğaya aykırı buldu. Biri bir fıçıda yaşadı, diğeri yıkıldı yıkılacak, ahşap baba evinde… Diyojen’in tek mülkiyeti ufacık bir tastı, çocukların avuçlarıyla su içtiğini görünce onu da atıverdi. Doğacı Kemal’in kazması, orağı ve davulundan başka bir şeyi yoktu. Pazar yerinde davulunu çalar, istemediği durumları protesto ederdi. Nisi Köyü’nün girişindeki bir duvara şunları yazmıştı:

Kuzu bebektir, kesilmez!

Etyemezdi Doğacı Kemal, Sinoplu Diyojen de… Oysa, Diyojen’e ‘dile benden ne dilersen’ diyen Büyük İskender, hüküm sürdüğü çağda kim bilir ne kuzular kesmişti! Et yemeyen başkaları da vardı: Mahatma Gandi, Martin Luther King, Henry David Thoreau…

Gandi, pasif direniş eylemleriyle Hindistan’ı bağımsızlığına kavuşturdu. Yurttaş hakları savunucusu King, Amerikalı siyahlara uygulanan Jim Crow Yasaları’nın yürürlükten kalkmasını sağladı. Thoreau, Meksika Savaşı gerekçesiyle vergi ödemeyi reddetti. Sivil İtaatsizlik adlı makalesi Gandi’ye ve diğer sivil itaatsizlere esin kaynağı oldu. Doğacı Kemal de esinlendi mi bilmiyorum; ama o da bir sivil itaatsizdi. Ancak, Mahatma Gandi, M. Luther King gibi liderlik vasfı yoktu; ne de Henry Thoreau gibi makaleler yazmıştı. Liderlik vasfı olsa belki Gandi ve King gibi bir suikastin kurbanı olacaktı.

Doğacı Kemal’i sivil itaatsiz yapan şey, barışçıl olmasıydı. Protestoları şiddet içermezdi. Bu protestolar, hukuk devleti düşüncesine zarar verecek türden değildi. Çiğnediği yasanın yaptırımına katlanması gerektiğini biliyordu. Aslında, çiğnediği yasa falan da yoktu. Yalnızca, insanın doğaya karşı geliştirdiği gereksiz kurallardan rahatsızdı. Protestolarını sözle değil, davuluyla yaptığı için kimse neyi protesto ettiğini bilmezdi. Ama, protesto ettiği bir şey mutlaka olurdu. Örneğin, yıllar önce diktiği ağaçların altında oturmazdı. Çünkü, gençler orada sigara içiyordu. Müthiş bir sigara düşmanıydı Doğacı Kemal. Kola içilmesine de karşıydı. Bu, Amerika’nın kasasını zenginleştirmek demekti. Niçin çıplak gezdiğini insanların hâlâ anlamadıklarından şikâyetçiydi.

Dinsel inanç konusunda panteist düşünceler taşır Doğacı Kemal. Ona göre doğa, en kutsal ibadet mekânıdır. Kutsal mekânlara tecavüz etmek; yani, ormanları katletmek, derelerin yatağını değiştirmek, nükleer santraller kurmak, hem suçtur hem kendini yok etmektir. Ölümün beşeri yasalardan daha adil olduğunu savunur. Çünkü, varlıklı, yoksul, efendi, köle, imam, cemaat demeden herkesi eşitler ölüm. Bir gün evinin bahçesinde ölü bulundu gerçek ismiyle Sinopluların Kemal Koca abisi; 2004 yılıydı… Kalp krizi geçirmişti. Sormak isterdim ilk ve son kez:

-Kemal abi, nereye?

-Çukurbağ’a, güneşle denizin sonrasız dansını izlemeye…

Yüksek İktisat Ve Ticaret Mektebi’ni bitirmişti. Ama, diplomasını bile almadı. Mülkiyet duygusu olmayanın ticaretle ne ilişkisi olabilirdi ki! İnsanın fiziksel ihtiyaçları için özel bir çaba harcaması gereksizdi. Gider, güvendiği birinin kapısında bir tas çorba içer, çamaşırlarını yıkamak için ufacık bir kazan isteyebilirdi. Nasılsa, suyu ısıtacak ateşi yakmasını biliyordu! Teknolojiden geriye doğru gidildiğinde sadece ateş kalmaz mıydı? Ateşe yürümek isterdi Doğacı Kemal; bir imkânsızlık, bir çılgınlık olsa da…

Çılgınlıktı; çünkü, “çiçek istemiyorum; biliyorum, ormandan koparacaksınız” diyen Brezilyalı doğa eylemcisi Reberio de Silva ve karısı öldürülmüştü. Çılgınlıktı; çünkü, Gezi Direnişi kurbanı Ethem’in babası Muzaffer Sarısülük, yirmi beş yıldır insanlardan, teknolojiden uzak yaşıyordu. Çılgınlıktı; çünkü, Julia Butterfly Hill, orman katliamına engel olmak için tırmandığı 1000 yıllık bir kızılağaçtan iki yıl boyunca hiç yere inmemişti. Evet, çılgınlıktı…

Doğacı Kemal de çılgındı. Hatta, Platon’un Diyojen’i tanımladığı gibi o da bir Çılgın Sokrat’tı. Ömrü boyunca namuslu ve erdemli yaşadı. Sürü insana, bize birey olabilmeyi öğretti; hiç sezdirmeden… Gitti, Sarıkum’da kaplumbağalarla konuştu, geldi Aşıklar Caddesi’nde kızlı erkekli gençlerle… Fakat, en çok kaplumbağalar, kurbağalar dinledi onu; kertenkeleler, yılkı atları, su yosunları dinledi…

Diyojen, henüz çocukken ailesiyle birlikte Sinop’tan Atina’ya sürgün edildi.  Atinalılar ona “Sinoplular, seni buraya, Atina’ya sürdüler” deyince “Ben de onları Sinop’ta kalmaya mahkûm” ettim diyecekti. Doğacı Kemal, Sinop’ta doğdu, Sinop’ta öldü.

Sinoplu Diyojen’den daha Sinoplu bir kinikti.

İlyas Tunç

SOL Gazetesi, 11 Aralık 2013, Çarşamba

close

Estragon

 

I’m nobody

but another one

abandoned and alone

under this peaceful tree ...

if there isn’t anything to do !..

- yes, let’s get out of here

the hat, the boot ... useless things

life is there to waste time

and the dough hasn’t risen yet

let’s stare at the horizon… after a while

Godot! death or utopia !

namely, ellipsis

half a sentence ...

oh the life I never live !

passive expectation, paranoia!  

that’s it, a few words in haste

and a boring dialogue

at the doorstep of nothingness

 

- what the hell ! why am I waiting here ?

 

İlyas Tunc

Translated from Turkish by the poet and Robert Berold

 
close

Estragon

kimim ki ben şu sakin

söğüt ağacının altında

bir başına bırakılmış

diğerinden başka...

yapacak bir şey yoksa !

- 'evet, hadi gidelim'

şapka, çizme...ıvır zıvır

hayat bir oyalanma

derken gecikti maya

ufka bakalım... birazdan

Godot ! ölüm ya da ütopya !

yani yarım kalmış cümle

art arda üç nokta...

ah, benim olmayan ömrüm !

edilgen bekleyiş, paranoya !

hiç' liğin eşiğinde hepsi

ayaküstü bir iki söz

sıkıcı bir buluşma

-sahi, neden geldim buraya

İlyas Tunç
close

takas sözler

takas sözler                          

                   

dedim ki nehrin düz ve pürüzsüz akışında             

         sektirmeden saydam sesimi

                  

dilim, boyacı kuşum !                  

duyguların biçimi yok                  

renklendir düşlerimi                  

 

girintili, incecik elleriyle kilden testiler              

         yapıyordu kıyıda adamın biri...

                  

her şey akıyorsa eğer                  

nerede tutulur sözler...                   

 

şairsen kekeme bir terzisin                  

duygularla işin ne                  

nesnelere elbiseler biçmek için                  

yeniden gir nehire                  

 

keşke duyguların akışına bıraksaydım kendimi                   

bu kadar kirlenmezdim belki

                  

nesneler sözlerle                  

duygular nesnelerle                  

sevişirken birlikte                  

'özel formüller sayesinde genç ve güzel kalabilirdim' ben de !

                  

verdim tükendi şiir                  

aldım açıldı makas                  

 

ah, ne berbat bir takas !

                  

İlyas Tunç
close

swap words

swap words                   

 

 

I called out by my clear voice

         on the even and smooth flow of the river:

                  

my tongue! the painter bird!                  

no formats of the feelings                  

make my dreams colorful                   

 

over there a man                   

with thin and talented fingers                    

making amphoras                  

 

where can we keep the words                  

if everything flows?                  

 

if you’re a poet, you’re a tailor                  

no matter if with your feelings                  

you jump into the river once more                  

or cloth out in pattern

 

only if I had left myself into the flood of the feelings,

         would I not have been so dirty

 

while the things making                   

love with the words                   

the feelings with the things                  

‘I could’ve looked more beautiful and younger                    

         with magic formula of skin cream’, and me, too!

         

I run out of poems if I give up feelings                  

the scissors opens wide if I handle them.

 

what a terrible swap !

               

İlyas Tunç                   

Translated from Turkish by Leonard Durso
close

Cüzam

Cüzam

         Dokunmak ürperti yaratmıyorsa duyargalar körelmiş demektir. O zaman algının seçiciliği ortadan kalkar, yerini anlamsızlık alır. Hayatımıza zevk veren şey, yalnızca anlamdır: Neyin ne olduğunu bilmek! Sanıldığı gibi duyargalar zevk değil, bilgi verir.

         Karıncalar yaprak bitleriyle toz zerreciklerini birbirinden ayırsa da bunları bilgiye dönüştüremezler; öyleyse, zevk de almazlar.

         Ben, karınca değilim!

         Kasların miskinliğinden kurtulmalıyım; bahçeye iniyorum. Eğreltiler, aslanağızları, güzelavratotları…  Bana dokun, bana dokun, diyor bir ses. Gidip dokunuyorum: O, sensin !

         Dokunmak, uzaklığı ortadan kaldırır. Uzaklık kalkınca seyretmek sona erer, gövdelerin şarkısı başlar. Baştan çıkarıcım benim! Ritmine bayılıyorum; körfezlerine… Adını sakladım; söylersem tabular yıkılacak. Sözcüklerin paylaştırma gücü var; bahçemize girmesinler. Bütün büyü parmaklarımızın ucunda. Beni parmak uçlarınla sev; şarkımız gürültüye dönüşebilir.

         Ne derin kitapsın ki anladıkça batıyorum. Gidersem gücenme, eksiklik bende. Sen birini bul; ya da dokun kendine. En korkunç hastalık cüzamdır.

         Yarayı aşk iyileştirir.

İlyas TUNÇ

 

close

LEPROSY

LEPROSY

If touching doesn’t cause sensation, it means that antenna have been insensible. Then, diognosis of perception disappears and meaninglessness takes its place. Meaning is the only thing which gives joy to life: Knowing what is what! As thought, antennas don’t give joy, but knowledge.

            Although ants distiguish leaf louses and dust motes, they can’t transform it into knowledge. If so, they don’t feel joy, either.

            I am not an ant!

            I must shake off the laziness of muscles, and now I am walking through the plants in the garden: Ferns, snapdragons, belladones… Touch me, touch me, says a voice. I’m going and touching: It is you that I touched!

            Touching removes distance. At the moment when distance is removed, contemplating comes to the end, and bodies touch each other in fire of love. You! My  excitant woman! The rhythm of your kisses allures me and your buttocks… I keep your name as a secret. If I cry it out, taboos can be broken down. Words have a power of sharing. I want nobody to enter in our garden to join the songs of our bodies. The whole magic is on the edges of our fingers. Caress me with you fingers. Otherwise, our love songs will turn into a noise.

            You are like a deeply detailed book that I get drowned in its pages. If I leave you, don’t feel upset. I am the cause of impotence. Find a new partner, or caress yourself. The most dreadful disease is leprosy.

            It is love what heals wounds.

İlyas TUNÇ

Translated Turkish by Leonard Durso

close

Poetic Knowledge

 

                 I know ferns are green, the orange is fuschia, and the blood is red…

This is so because I saw; once we see a thing we will not forget it. Humans differ from other living things since they can acquire knowledge beyond senses. The past and the future are nothing but a design. The blood of the birds is also red yet they cannot draw an orange. Our intellect giving meaning to sensual stimuli seems to be the most dexterous painter. There are colors of other objects even of concepts. The colors of patience, pain, fury and joy could only be recognized by poets. Metin Altıok was saying:

                  “I dyed meticulously the thread of love

                 The wounded color of going but not finding it there”

                 Even though you scan the Rainbow, you cannot see the color of going but not finding it there; it is not a real thing. Being unreal does not mean it does not exist. Numbers, geometrical shapes, prepositions do not appear; nevertheless we can acquire their knowledge. Our mind dismantles everything it grasps and condemns them to abstraction.  Chlorophyll gives the green color feature to the leaves. The Interior Angles of a Triangle add up to 180°. Water is composed of molecules of hydrogen and oxygen…

                 Knowing about these does not give us pleasure. Our knowledge creates a sentimental transformation only as long as it is digested through imagery.  Someone might say that you would win if you know that chlorophyll gives leaves the green color. In this case I would tell them that the cause of my joy would not be the knowledge but the monetary award of the competition.  Aesthetical enjoyment is something indirect. The fact that every poetry reading would give away its diversified pleasure means a testimony to the constant transformation of its organic texture. We would get from it a sense of value, not a profit. The humans who possess the sense of value would forsake immediate gains for the sake of beauties.

                 The beauty of poetry is hidden in the color of the imagery texture.

                 Imageries are subjective, and they forge as a result of the poet’s active attitude while perceiving the objects. To the objects poets attribute characteristics that are not in their own substance. All metaphors, illusions, similes are created consciously. This does not mean that poetry misinforms us. Everything within the realm of design can be transformed into an object of knowledge. Poetical knowledge belongs only to its own subject, and it cannot be transferred, verified.  Incorrectness stems from mixing the objective reality with poetical reality. Poetry ought to show as if the impossible actions are plausible. The poet could have said as follows:

                 ‘I meticulously dyed the thread of love red.’

                 Magic spell is gone; this so because we made the line rational. Rationality is a method employed by humans to feel secure as opposed to incongruous thoughts, odd scenes, unconventional shapes, colors, odors, taste. This way we would have a close call with freaking out.

                 Poetry means wildness!                           

                 The language of wildness is something illogical; in its poetry. The mind separates and analyses; but it does not penetrate. To penetrate, intuition is needed. Intuition is a knowledge competence like the mind and instinct. It comes before mind; yet it is not an independent capacity from the mind. Instinct is an organic feature; it gets rid of the distance, it sends the mind away. But the one that creates imageries is nothing but the mind by which subject and object diverge from each other. If there is no distance neither the designing. The explored locations should have lost their magic spell; just as the moon. Creating an imagery means switching from mechanical running of our intellect to thought deviations and jumps. Writing is a different action than comprehending. To grasp the thing through intuition which was brought out by the mind seems to be a paradox peculiar to poetry. The language falls short in explaining what is comprehended.

                 Poetical knowledge would not serve the will of the reader. One enters the water naked. The reader can penetrate into the poem better provided that he or she would eliminate prejudices. The poem ends and the emotion stays on. Recollection, the effect of the poetry is as deep as the emotion’s trail. This emotional trail constitutes the poetical knowledge. Instead of what did you learn question, the reader should be asked the following questions:

–   What did you feel?

–   I trembled like ferns…  

                 This is the situation Louis Aragon depicted:  “In poetry of which substance is a hurricane, every single imagery should spawn a cyclone. Cyclones cannot be identified; they are experienced. There: fear, apprehension, joy, death, loneliness reign; everybody is privately with their adventures. Auditory power of the words is more effective than their meanings. Every word heard does retrieve psychological events staying in our conscious. That is why “The wounded color of going but not finding it there” would not be only a line but the whole life of the reader.

                 Poetry gives us knowledge of life…

İlyas Tunç

Translated from Turkish by Mesut Şenol

Akatalpa Monthly Literature Magazine, December 2003, Issue: 48

next page next page

DİJOJEN’DEN DAHA SİNOPLU BİR KİNİK: DOĞACI KEMAL

DİYOJEN’DEN DAHA SİNOPLU BİR KİNİK: DOĞACI KEMAL Özgürlük, bir varoluş...

Estragon

  I’m nobody but another one abandoned and alone under this peaceful...

Estragon

kimim ki ben şu sakin söğüt ağacının altında bir başına...

takas sözler

takas sözler                         ...

swap words

swap words                       I called out by my clear...

Cüzam

Cüzam          Dokunmak ürperti yaratmıyorsa duyargalar körelmiş demektir. O...

LEPROSY

LEPROSY If touching doesn’t cause sensation, it means that antenna have been...

Poetic Knowledge

                   I know ferns are green, the orange is fuschia, and...